19 Haziran 2023 Pazartesi

TREVANİAN - ŞİBUMİ - EDEBİYATIN MEVZİSİNDEN POPÜLER KÜLTÜRÜN MÜSTAHKEM MEVKİLERİNE KARŞI POSTANARŞİST BİR HURUÇ HAREKÂTI!

TREVANİAN - ŞİBUMİ

EDEBİYATIN MEVZİSİNDEN POPÜLER KÜLTÜRÜN MÜSTAHKEM MEVKİLERİNE KARŞI POSTANARŞİST BİR HURUÇ HAREKÂTI

Popüler Kültürün Kompostunda Lezzetli Yazınsal Sebzeler Üretmek

Trevanian (Rodney William Whitaker) kimilerine göre ilginç kimliği ve kişiliği ile öne çıkan alışılmışın dışında bir yazar olarak kabul edilirken kimilerine göre ise alışılagelmiş dünyanın vasatlaştırıcı standartlarının sınırlarını hoyratça delen ve olması gerektiği gibi tek ve emsalsiz bir özne kimliğiyle var olmayı başarabilen bir yazardır. Hayatı ve gerçek kimliği üzerine 1998'den bugüne kadar pek çok şey yazıldı, oysa bütün bu yazılanlar arasında onun hayatı ve gerçek kişiliğinin yarattığı eserlerde yer aldığı gerçeğini cesurca ifade etmeyi başarabilen tek bir eleştirmen çıkmadı. Vasatlaştırıcı bir entelektüel iklimde var olmaya çalışan eleştirmenlerden çok farklı ürünler beklememek lâzım, neticede standardı yakalamak için entelektüel derinlikten ve ince işçilikten taviz vermek zorundasınız. Çünkü anamalcı ekonomik sistemin dayattığı verimlilik yasaları bunu emrediyor. Verimli bir roman ile estetik bir roman arasındaki farkı İtalyan ustaların ürettiği el yapımı bir Colnago Arabesque Campagnolo Süper Record bisiklet ile Amerikan vasatlığının ürettiği Trek Madone arasındaki fark kadar belirgin. Zaten Şibumi romanında da Trevanian yüzlerce sayfada bunu somutlaştırmaya çalışıyor. 

70'li yıllarda çürüyen Amerikan kapitalizminin temel dinamiklerini keşfeden ve bunu roman sanatının araçlarıyla aktaran bu eseri bir popüler kültür nesnesi olarak tanımlamak ne kadar doğrudur? Dönemde yazılan ve "edebiyat" alt başlığı ile tasnif edilen yazınsal ürünlerin hangisinde döneminin toplumsal gerçekliği bu derece açık bir biçimde yansıtılabilmiştir? Bir kitap çok satıyorsa sığdır, popüler kültür nesnesidir, edebiyat dışıdır, endüstriyel bir yapıya bürünen edebiyat piyasasının yapay bir ürünüdür demek bu kadar kolay olmamalı. Eleştirel gerçekçiliğin selasının okunduğunu savlayan postmodern edebiyat eleştirmenlerinin yanıldığı bir nokta var: İnsanoğlunun tarihsel gelişim süreçlerinin herhangi bir safhasında ortaya çıkan ve yaygınlaşan bir olgu her ne saikle olursa olsun topyekûn bir biçimde ortadan kalkamaz, kaldırılamaz. Geçmişin kökleri, geleceğin filizlerinin hammaddesidir. Şibumi bize bir anlamda bunu kanıtlıyor. Ortaçağ'dan kalma kültürel değerlere yaslanan bir antikahramanın -kime göre, neye göre - modernizmin inşa ettiği burjuva kültürüne karşı meydan okuyor ve Ortaçağ'dan kalma ilkel ama defalarca hayatın nesnel gerçekliğinde sınanarak çelikleşmiş değerler sisteminin üstünlüğü sayesinde başarıya ulaşıyor. Nicholai Hel'in roman boyunca bir cehennem meleği olmanın ötesine geçerek modernizmin yarattığı kitlesel kültürü reddeden efsanevi bir kahraman olma statüsüne yükselten niteliği burada aramak lâzım.

Trevanian, Şibumi adlı romanında popüler roman klişelerinin neredeyse tamamını çok etkin bir biçimde ve edebiyat bölümlerinde ders olacak nitelikte kullanıyor. Bir edebiyat profesörü, dersinde, popüler roman konusunu anlatırken vereceği örneklerin tamamını bu kitapta bulabilir, bulmak için de çok fazla zorlanmaz. Oysa Şibumi alelade bir popüler roman olmanın çok ötesinde bir yapıt. Yazar, popüler kültürün çöplerini geri dönüşüme uğratıyor, onları yeniden yaratıyor, bu çöpleri kompost hâline getirerek o toprakta çok verimli sebzeler ve meyveler üretebiliyor. Bu noktada şunu da söylemek mümkün: Çürümüş Amerikan kültürünün çöplerini geri dönüştürüp yeniden işleyerek başyapıtlar inşa ediyor. Şibumi romanının içeriği ve romanın ana örgesi ile oldukça uyumlu bir edebi üretim bu. Bir yandan romanın başından sonuna kadar vasat Amerikan kültürü alenen aşağılanırken diğer yandan bu aşağılanmanın o kültürün yarattığı bir yazınsal form ile yapılıyor olması yazarın entelektüel donanımının bir delili olarak karşımıza çıkar. Romanın bazı bölümlerinde aşağılanan popart akımı ürünlerine bakarak da yazarın sanat kültürünün içinden gelen biri olduğuna kesin kanaat getiriyoruz. Hatta CIA'nın kadrolu ressamı Jackson Pollock'a yapılan göndermeleri anlamak için "sanat tarihi profesörü" olmaya gerek yok. Ayrıca CIA’nın uluslararası beceriksizliğyle açıktan alay etmeyi göze alabilen ender romanlardan biri olmasıyla da öne çıkıyor Şibumi! 

Posthümanist Hegemonyanın Topyekûn İmhası

İnsanı alelade bir egemen hayvan türü olarak kabul ederek gidebileceğiniz tek menzil var: Antihümanizm! Günümüzdeki yaygın kabulle buna "posthümanizm" demek daha doğrudur. Eskiden ise buna "mizantropi" denmekteydi. Yeni bir kavram değil, yeni kasasıyla tekrar piyasaya sürülen geçmişte popüler olmuş bir otomobil modeli gibi düşünün. Ya da insanoğlunun var olduğu günden bugüne kadar öyle ya da böyle var olmuş insan becerilerinin yepyeni bir adlandırma ile 21. Yüzyıl Becerileri olarak pazarlamasını da buna benzetebilirsiniz. Posthümanizm aslında nonhümanizmdir. İnsanın ve onun yarattığı bütün bilimsel ve kültürel değerlerin imhası üzerine kurulu bir 21. yüzyıl doktrinidir. Sanat ve edebiyat ürünleri ile  topluma enjekte edilen bu zehir kitlelerin bilincini vasatlaştırmakta ve yüzyılın kültürel üretimini niteliksizleştirmektedir. Son yıllarda yayımlanan ve insanı iyi, doğru, güzel, üretici, değerli bir varlık olarak işleyen herhangi bir roman hatırlayanınız var mı?

Şibumi'de öykülenen Nicholai Hel'in yaşamını incelediğimizde bir birey olarak insanın kendini inşa etme sürecini açık bir biçimde görebiliyoruz. Yazarın insana bakış açısı oldukça gerçekçi, ne insanı dünyada en şerefli varlık statüsüne yükseltiyor ne de posthümanistlerin aşağılayıcı üslubuyla hayvandan daha aşağı bir tür olarak tanımlıyor. Bu romanda insana dair bir umut var. Düpedüz bir kiralık katil olmanın çok çok ötesine geçecek şekilde kendini yetiştirerek çağdışı ama donanımlı bir entelektüel olmayı başarabilen Nicholai Hel, zengin yataklarında bir gecelik zevklerin nesnesi olmuş harcıâlem bir fahişe olmanın çok çok ötesine geçen bir Hana, uluslararası bir sado-mazoşist siyasal hareket hâline gelen Bask milliyetçiliği ile mankurtlaşmanın çok çok ötesine geçerek kendine has, özgün bir ulusal filozof-şair kimliği inşa edebilerek yücelen Benat LeCagot var bu romanda. Bu karakterlerin tamamı çağın kendilerine dayattığı ısmarlanmış kimliklerine ait gömlekleri çeşitli noktalarından delerek o gömleğin kumaşından kendilerine özgü karakterler inşa etmeyi başarabilmiştir. Romandaki bu karakterler yazarın insana olan inancını ortaya koyuyor, romanda karşımıza çıkan aşağılık insan tiplerinin karşısında kendi kimliğini inşa noktasında başarılı olmuş bu karakterler de yer alıyor. Yazar yaşamın nesnel gerçekliğini somut bir biçimde ortaya koyuyor, ne tamamen hayali bir dünya yaratıyor ne de yaşamın tekdüze döngüsünün içinde tıkılıp kalıyor.

Genel olarak bakacak olursak romanda yüceltilen insan tipi şair, filozof, savaşçı insan tipidir. Amerikan tipi tüccar burjuva kültürsüzlüğüne sahip insan tipi ise her fırsatta aşağılanmaktadır. Belki de bu roman sırf bu aşağılama için yazılmıştır, bilemiyoruz ama eldeki veriler bunu kanıtlamaya yetecek oranda çok. Şair, filozof, savaşçı kimliklerini -tek tek değil bir bütün biçiminde- aynı bedende birleştirmeyi başarabilmiş insan türü, tarihin her döneminde dünyanın en tehlikeli insan türü olarak tanımlanmıştır. Tarihin her döneminde bu tür, toplumdan dışlanmış, ana akım tarafından kendi egemen dünya görüşüne karşı bir tehdit olarak algılanmış, sövülmüş, dövülmüş ve sürülmüştür. Tarihin her döneminde bu tür, hayatta kalabilmek için vasat kitlelere karşı  radikal bir şiddet üreterek varlığını sürdürmek zorunda bırakılmıştır. Nicholai Hel de inandığı "çağdışı" değerleri yaşatmak ve bu değerlerle kendi yaşamına devam edebilmek için insanı dehşet içinde bırakan şiddet eylemlerine girmek zorunda kalmıştır. 

Amerikan Emperyalizmi ve Onun Yarattığı Kitle Kültürünün Aşağılanması

Kitabın ilk bölümünden başlayarak kapitalizmin yücelttiği burjuva kültürü, "tüccar kültürü" adı altında ve her fırsatta aşağılanmaktadır. Yazarın da içinden çıkmış olduğu bu kültüre yönelik sert eleştirilerinin arkasında çocukluğunda yaşadığı bir travma arayan psikanalitik eleştiri kuramcılarının tezleri artık kabak tadı vermeye başladı. Trevanian'ın bu kültüre yönettiği eleştirilerin tamamı kişisel görüşlere değil somut olgulara dayanıyor. Kitabın muhtelif yerlerinde verilen örneklerle bu olguların tamamı somut bir biçimde ortaya konularak tartışılıyor. Yazarın Amerikan kültürüne karşı duyduğu tiksinti, çocukluk döneminde yaşadığı bir travmanın ürünü değildir, onun çocukluğundan başlayarak bugüne kadar yaşadığı, her gün ve her dakika farklı bir kokuşmuşluk örneğiyle karşılaştığı bu yoz kültürün yarattığı devamlı travmaların bir ürünüdür. Bizim kitaplarda okurken, sinema filmlerinde izlerken iğrendiğimiz yaşamsal olayları yazar çocukluğundan beri her gün bizzat içinde yaşayarak deneyimliyordu. Bu sürecin yarattığı yoğun tiksinti, Şibumi romanında Amerikan kültürüne karşı kullanılan ağır dille estetik düzlemde ifadesini buluyor. 

Amerikan edebiyatı olarak bize tanıtılan ve çeşitli bağlamlarda listelenen on romanı üstünkörü bir biçimde incelediğinizde bile listeye girecek olgunluğa ulaşmış bütün romanların bir ölçüde Amerikan emperyalizmi ve onun ürettiği vasat kitle kültürünün eleştirisi üzerine kurguladığını görebilirsiniz. Ses ve Öfke'den tutun da Vahşetin Çağrısı'na kadar ne kadar kült roman varsa hepsinde aynı eleştirel öz ile karşılaşıyoruz. Dolayısıyla Trevanian'ın Şibumi adlı eserinde de aynı içerikle karşılaşmış olmak bizi zinhar şaşırtmıyor. Sadece eleştirinin bu ölçüde sert ve alışılmamış ölçüde felsefi derinliğe sahip bir biçimde karşımıza çıkması bizi oldukça şaşırtıyor. Eleştirinin yer yer ağır aşağılama boyutlarına ulaşması ise romanın edebi değerini düşürmekten çok arttırmaya yarıyor. Yazarın bu sert üslubu kullanma konusundaki kişisel psikolojik gerekçelerinin ne olduğu konusuyla ilgilenmiyoruz; çünkü kitapta yazar bu sert üslubun politik gerekçelerini açık bir biçimde ortaya koyarak romanın bu eleştirel içeriği üzerine yürütülecek tartışmaların önceden önünü kesiyor. 

Romanda yüceltilen kültürel unsurlara baktığımızda tamamının günümüzde çağdışı kalmış kültürlerin uzantısı olduğunu görüyoruz. Ortaçağ Japon kültürü, Avrupa'nın ortasında olmasına rağmen bütün bağlamlarda bu kültürün dışında kalmayı başarabilmiş Bask kültürü sürekli yüceltilirken modernizmin inşa ettiği küresel kültür ise sürekli hor görülüyor. 

Ortaçağ Soylu Kültürünün Yüceltilmesi

Romanda yeni çağın soysuzlaşan burjuva kültürüne karşı Ortaçağ'ın soyluluk değerlerinin yüceltildiğini gözlemliyoruz. Ortaçağ'dan kalma bir Bask şatosunda yaşayan, arazisine otomobil dahil hiçbir teknolojik aracın girmesine izin vermeyen, her açıdan çağ dışı kalmış olmasına rağmen yine her açıdan kendini bir üst insan olarak yetiştirmeyi başarabilmiş bir kahraman olarak karşımıza çıkan Nicholai Hel, üzerinde derin psikolojik tahlillerin yapılması gereken çok boyutlu bir roman kahramanı olarak karşımıza çıkıyor. 2023 yılında bizzat içinde yaşayarak deneyimlediğimiz Yeni Ortaçağ'ın ideolojik ve kültürel ortamının köklerini Şibumi romanının yazıldığı 70'li yıllarda aramamız gerekiyor. Modernizmin tektipleştirici ve vasatlaştırıcı yapısının kökleri o yıllarda atılıyor. İkinci Paylaşım Savaşı sonucunda mutlak bir biçimde siyasal hâkimiyetini ilan eden Atlantik merkezli politik iktidar, bir süre sonra kendi kültürel iktidarını inşa etmeye başlıyor ve Atlantik merkezli kültürel hegemonyanın inşasına başlanıyor. Bir yerde herhangi bir şekilde hegemonya inşa edilmeye çalışılıyorsa onun yarattığı iktidar alanının tam karşısında ona muhalif bir kültürel formun yeşermesi de oldukça doğaldır. Trevanian Şibumi romanıyla bu karşı kültürün inşa edilmesi konusunda ilk örneklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. 

Kültür kültürdür. Kültürün gerisi, ilerisi; çağdaşı, çağdışısı; soylusu, soysuzu; olmaz. Kültürsüzlük dahi bir yokkültür olması nedeniyle kültürel bir seviye ifade eder. Ortaçağ'ın yarattığı kültürü geri olarak tanımlarken Yeni Çağın yarattığı kültürü ileri olarak tanımlamak bu nedenle anlamsızdır. Antropolojik açıdan da İlk Çağ'da inşa edilen kültür ile günümüzde içinde yaşadığımız modern kültürü karşılaştırmak bilim dışı bir eylemdir, anakronizmdir. Levi Strauss'un kültür üzerine geliştirdiği tezlere dayanarak bunu savunuyoruz; fakat bu tezlerin yaşamın nesnel gerçekliğinde sınanarak doğrulandığını da görüyoruz. Şibumi romanının ana karakteri Nicholai Hel ve onun sahip olduğu kültürel değerleri çağ dışı ve geri olarak tanımlamak bu yüzden doğru değildir. Kahramanın geliştirdiği kişisel kültürel değerler ile içinde yaşadığı çağın kültürel değerlerini karşılaştırarak ele aldığımızda Nicholai Hel'in değerlerinin çağın değerlerine göre daha üstün olduğunu görüyoruz. Peki bu üstünlük bir ilerilik ve gerilik göstergesi midir? Sanmıyoruz. Öyle olsaydı dahi Nicholai Hel'in değerler sisteminin modern değerler sisteminden daha ileri olduğunu söylemek zorunda kalırdık.

Liberal Sol Aktivistliğinin Küçümsenmesi, Şık Bir Entelektüel Tavırla Hor Görülmesi 

Romanda her görüşten radikal tipin seçimli bir bakışla olumlandığını görüyoruz. Japon faşist kültüründen tutun İsrailli radikal ulusalcı siyonistlere, oradan Bask ultra-milliyetçilerine kadar uzanan ve romanda karşımıza çıkan bütün radikal politik özneler bir şekilde olumlanıyor. Her politik görüşten liberal sol aktivistliği ise hor görülüyor ve aşağılanıyor. Liberal aktivistlerin bütün eylemleri bir ergen aksiyetesi statüsüne düşürülerek küçümseniyor. Romanın başından sonuna kadar ılımlı olan tek bir politik harekete dahi olumlu bir bakış göremiyoruz. Burada yazarın burjuva kültürüne yönelik eleştirisini dayandırdığı bir nokta daha tespit edebilmiş olmamız bizi şaşırtmadı. Zira burjuva kültürü her türlü radikallikten arındırılmış bir uzlaşma kültürüdür. Burjuvazinin egemen olduğu politik ortam her görüşten ılımlı politik eğilimin sahne aldığı bir demokrasi sirkidir. Yazar ise Şibumi adlı romanında bu demokratik sirke yönelik oldukça ağır eleştiriler getiriyor. 

Nicholai Hel karakterinin günümüzde bolca karşımıza çıkan postanarşist karakterlerin öncülü olması da buna dayanıyor. Devletler ve milletler üstü bir karakter olarak karşımıza çıkan Nicholai Hel'in tüm dünyada çok geniş bir okur kitlesini kendine hayran edebilmesinin arkasındaki neden bu olabilir. Bir başka açıdan bakmak gerekirse burjuva kültürünün egemen olduğu her yerde radikal eğilimlere sahip insanların konu edinildiği hikayelerin alıcısı çoktur. Romanda da sinemada da durum maalesef böyle. Bu radikal yaşamların hikâyelerini kitaptan okumayı, beyaz perdeden izlemeyi çok seven burjuvazi, onlara toplumsal yaşamda bir yer açmaya sıra geldiğinde bunu o kadar da sempatik bulmaz. Sözgelimi ayıla bayıla okuduğu Nicholai Hel ile gerçek hayatta tanışmak, onunla aynı ortamda yaşamak istemez. Onu kendi değerlerine ve kültürüne karşı bir tehdit olarak algılar ve onu yok etmek için ne gerekiyorsa onu yapmaya azmeder.

Şibumi bir çok satardan beklenenin çok ötesinde bir politik derinliğe sahiptir. Tek boyutlu politik karakterleri işleyen piyasa romanlarından ayrışan başka bir özelliği de budur. Sözgelimi Livaneli ve benzeri çok satar politik roman yazarlarındaki politik içerik, ana hikâyeyi çeşnilendiren bir aperatif seviyesine düşürülmüşken Şibumi'deki politik içerik ana hikâyeyi anlamlandıran ana yemektir, hatta ana hikâyenin ta kendisidir. Başlıkta ifade ettiğim ve edebiyatın mevzilerinden popüler kültürün müstahkem mevkilerine yönelik huruç harekâtı, tam olarak bu bağlamda başarılı bir estetik eylem düzeyine yükselmektedir.

Özgürleşme Adı Altında Kadın Bedenini Nesneleştiren Kapitalizmin Kadın Politikasına Reddiye

Bugün yaşı oldukça ilerlemiş olan ve son temsilcilerini de yaş haddinden kaybettikleri için tüm dünyada soyu tükenme noktasına gelen Hippiler, 70'li yılların cinsel özgürlük iklimini çok iyi hatırlar. Bizler ise o dönemde yaşananları tarih kitaplarından öğreniyoruz. 70'li yılların politik iklimini aktaran Şibumi'de o dönemin sınırsız özgürlük ortamına yönelik ağır eleştiriler var. Kadını bir mal ya da hizmet seviyesine düşüren modern toplumun riyakâr değer yargılarını da sert bir üslupla eleştiren Trevanian'ın Şibumi adlı romanında karşımıza çıkan kadın karakterler romanda egemen bir özne olmaktan çok uzaktır. Bazı kadın karakterler çeşitli özellikleri ile zayıf bir yönden ele alınırken bazı kadın karakterlerdeki güçlülük yazarın bu konuda da toptancı bir bakış açısından uzak olduğunu bize kanıtlıyor. Yahudi aktivist Hannah ile Japon geyşası Hana arasındaki farka bakarak bunu yorumlayabiliriz. 70'li yılların özgürlük ortamında yetişen Hannah'ın giyim kuşamından tavırlarına kadar her şey kapitalist kültürün yarattığı cinsel özgürlük safsatası adı altında kadın bedeninin ucuz cinsel meta seviyesine düşürülmesinin bir yansımasıdır. Japon geyşa okulunda Ortaçağ'dan kalma geleneksel yöntemlerle yetiştirilen Hana ise, sonuçta bir nitelikli fahişe olmasına rağmen, modern çağın maskülen ortamlarında bile aldığı nitelikli eğitim sayesinde saygın bir yere sahip olmayı başarabilen ulaşılması güç bir kadın olarak karşımıza çıkar. Bu iki karakter arasındaki derin çelişki, yazarın kadın meselesine bakışındaki nesnelliği ortaya koyar.

Romana yönelik ilk okumamda çok genç ve tecrübesiz bir erkek olarak kitaba baktığımda yazarın bu kitaptaki kadın karakterler üzerinden okura vermek istediği mesajı anlayamadığımı düşüyorum şimdi. Ergen kafasıyla Şibumi'yi okuduğunuzda bundan daha fazlasını çıkarabilmeyi umamazsınız zaten. Diğer yandan ilk okumamda kitabın yoğun cinsel içeriğini de algılayamadığımı fark ediyorum şimdi. Yazarın romanda olumladığı kadın karakterlerin niteliklerine baktığımızda romandaki cinsel içeriğin satış kaygısından çok daha fazla şeyler ifade ettiğini kavrıyorsunuz.

Bestseller Sığlığından Arındırılmış Avangart Cinsel Politika

Piyasa için üretilen sığ bestseller romanlarında şuursuz ergen kafasına uygun, tüketime yönelik ve duygusal derinlikten yoksun bir cinsellik içeriğinin yer aldığını görürüz. Burada yazıcıların amacı cinsel güdüleri son kırıntısına kadar sömürerek piyasa için üretilen popüler kültür nesnesinin (kitap) daha fazla kopyasının satılmasıdır. Dünyada geçmişten bugüne yeraltı edebiyatı olarak tasnif edilen romanlar ile günümüzde bu adla tasnif edilen romanları karşılaştırdığımızda aradaki belirgin farkı görmemek için kör olmak bile yeterli değildir. Örneğin Tom Robbins'in Parfümün Dansı ile Charlotte Roche'un Islak Bölgeler'i arasındaki farkı anlamamak mümkün olabilir mi?  

Trevanian'ın Şibumi adlı romanındaki cinsel içerik sığ bir çok satar roman cinselliğinin çok ötesinde bir niteliğe sahip. Yazarın ayrıntısını çeşitli nedenlerle vermekten sakındığını iddia ettiği ezoterik cinsel ilişki yöntemlerinin neredeyse tamamı günümüzde bilinir hâle gelmiştir. Romanda kadın cinselliğin nesnesi olarak görülmüyor, tam tersine romanda kadın erkekle birlikte cinsellik eyleminin ortak öznesi konumunda. Hel ve Hana gibi kendi bedeninin cinsel sınırlarını bilen kimselerin arasındaki cinsel ilişki pratiği ile standart insanların arasındaki ilişkinin aynı nitelikte olmasını bekleyemeyiz. Hel ile Hana yatakta iki eşit cinsel öznedir ve aralarındaki ilişki de bu bağlamda nitelikli bir cinsellik olarak tanımlanabilir. Hel ile Hannah ise yatakta iki eşit cinsel özne değildir ve bu bağlamda aralarındaki cinsel ilişki nitelikli bir cinsellik olarak kabul edilemez. Olsa olsa çiftleşmedir o! O kadarını hayvanlar da yapabiliyor. Trevanian, kapitalist cinsel politikanın çok eşli, niteliksiz ve sayısal çiftleşme odaklı cinselliğini reddediyor; çok eşli, oldukça nitelikli, sayısal değere değil duygusal içeriğe ve niteliğe odaklanmış, bu nedenle yüceltilmiş bir insan faaliyeti olarak cinselliğe değer veriyor, onu önemsiyor, onu yüceltiyor.

Sonuç olarak Şibumi'deki cinsel politik derinlik, Ahmet Altan ve Elif "Shafak" sığlığıyla entelektüel bilinci dumura uğratılmış Türk okuruna estetik zevkler sunamayacaktır. Zaten cinselliği giriş, gelişme, sonuç basitliğinde aktaran bu avam yazarlarının kitaplarına cebren ve hile ile alıştırılmış bir okur kitlesinin Şibumi'nin anlattığı soylu sadeliği anlamasını beklemek de abestir. 

Sonuç Niyetine Pseudo-Bilimsel Bir Reçete

Ruh hekiminiz bu kitabı okumadan önce ya da okuduktan sonra bir doz Rammstein-Amerika dinlemenizi şiddetle tavsiye  ediyor. Sonuç olarak plasebo etkisi gösterecek olmasına rağmen bu sığ entelektüel ortamın dayanılmaz hafifliğine karşı sert bir müzikal başkaldırı her zaman teskin edici bir hamle olacaktır. Kim bilir, belki de herkeste plasebo etkisi yaratan bir hap sizde ağrı kesici etkisi yaratabilir. Aklı ve bilimi çöpe attıktan sonra her şey mümkün. Neden olmasın?

21 Nisan 2021 Çarşamba

DOĞAN AVCIOĞLU-TÜRKİYE'NİN DÜZENİ


EMPERYALİST DARBOĞAZDA TAM BAĞIMSIZLIK ETÜTLERİ...

Türkiye'yi azgelişmiş olmakla itham edip ülkemizi aşağılamanın önde gelen bir entellektüel spor olduğu aşikâr... İleri teknolojili üretim yapabilen sanayiye sahip olmamamızdan tutun da çağın gerisinde kalmış eğitim sistemine, oradan kadın cinayetlerine ve hatta ülkemizde bisiklet kültürünün bir türlü yerleşememesine kadar her kalemde Türkiye'yi azgelişmiş bir ülke olmakla itham edip aşağılamak Türkiyeli ortalama entellektüelin alamet-i farikasıdır. Küresel çapta entellektüel bir soykırımın yaşandığı günümüzdeki Yeni Ortaçağ düzeninde bile bu çeşit entellektüellerin soyu tüketilemedi. Deniyoruz, ama olmuyor. Ayrık otu gibi bir şey. Bir kere bulaştı mı bir bahçeye onu oradan söküp atmak çok zor. Aslında tüm dünyada egemen kılınmaya çalışılan Yeni Ortaçağ düzeninin yaratmaya çalıştığı insan tipi de budur. Ulusal kültüründen tamamen uzaklaştıktan sonra emperyalizmin dayattığı küresel kültürün hizmetkârlığını yapan, hür dünyanın savunuculuğuna soyunmasına rağmen sadece kâğıt üzerinde özgür, emperyalizme bağımlı bir entellektüel. Bu özelliklerine bakarak yorumlamak gerekirse tam anlamıyla bir "antientellektüel"!

Ülkesinin çeşitli yetersizlikleri dolayısıyla açıkça aşağılamayan kimseye entellektüel denmiyor artık. Azıcık bir yurtseverlik dahi "ırkçı, faşist, ulusalcı" olarak yaftalanıp linç edilmeniz için yeterli bir sebep. Aklı başında hiçbir entellektüel içinde yaşadığı ülkesinin geri kalmadığını iddia edemez. Mesele bu değil. Onurlu bir entellektüel ülkesinin eksikliklerini görüp onları düzeltmek için nesnel durum tahlili yapmak amacıyla bu kusurlara dikkat çeker. Sonra da bu nesnel durum tahlilinden hareketle ülkesini değiştirmek ve dönüştürmek için eyleme geçer. Bunlar ise içinde yaşadıkları ülkenin halkını alenen aşağılamak için kullanıyorlar geri kalmışlık olgusunu. İki tavır arasındaki farkı kavrayamayanlar için yazmıyorum bu yazıyı. Onlar bu paragraftan sonrasını okumayabilir. Gerek yok. Gerçek devrimci, ülkesinin yetersizliğine, az gelişmişliğine dikkat çekerken bu geri kalmışlık durumunu yaratan koşulları ortadan kaldırmayı amaçlar. Emperyalizmin güdümündeki sahtekâr devrimciler ise bozgunculuk yapmak amacıyla az gelişmişliğe vurgu yaparlar.

Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni'nde az gelişmişliğimizin tarihsel kökenlerinden başlayarak günümüze kadar uzanan süreci nesnel bir biçimde tahlil ediyor. Bu kitabı okuduktan sonra ülkemizin pek çok alanda geri bırakılması sürecinin sebep ve sonuçlarını net bir biçimde anlıyoruz. Türkiye'nin modern tarihi söz konusu olduğunda emperyalizmi görmezden gelerek yazılan tarihsel kuramların tamamının niçin çöp olduğunu görüyorsunuz. Türkiye'nin modern tarihini yazmaya niyetlenen bir tarihçinin ilk etapta analiz edip bir açıklama getirmemesinin zorunlu olduğu alan emperyalizmdir. Zira modern Türkiye'nin tarihi bir antiemperyalist mücadeleler tarihidir. Günümüzün Türkiyesinin şekillenmesinde yakın zamana kadar yürüttüğümüz antiemperyalist mücadelelerdeki başarı ve yenilgilerimizin önemi çok büyüktür. Başarılı olduğumuz alanlara baktığımızda bunların antiemperyalist mücadelede de başarılı olduğumuz alanlar olduğunu görüyoruz, başarısız olduğumuz alanların tamamında ise mutlak bir emperyalist esaretin izlerini görüyoruz. Görmemek için kör yahut neoliberal entellektüeller, sahtekâr sözde devrimciler gibi şaşı olmanız gerekiyor.

Türkiye'de antiemperyalist olmadan solcu olunamaz; Türkiye'de emperyalizm teorisi üzerine sistematik, derin ve anlamlı okumalar yapmamış, bu konu üzerine kafa yormamış birinden devrimci de olmaz. Türkiye'nin Düzeni, içeriğiyle devrimci aydınlara yol gösterici bir kitap olma özelliği taşıyor. Türk devrimcisine de nesnel, bilimsel bir perspektiften ülkemizin tarihsel gelişimini okuma fırsatı tanıyor. Bu kitabı okumadan Türkiye'de devrimci olunmaz. Zaten günümüzün devrimcilerindeki kronik hastalıklara baktığımızda bu kitabı derinlemesine okuyup tartışmadan devrimci olmalarından kaynaklanan sorunları açıkça görebiliyoruz. Bilimsel temeli zayıf olan devrimcilerin emperyalistler tarafından dönüştürülmesi de kolay oluyor. Teorideki eksiklikler pratikteki hataların ve giderek devrimci yozlaşmanın temel gerekçesi hâline geliyor. Bilimsel anlamda teorik bilgi birikimi zayıf olan devrimci, kuvvetli olan devrimcilere göre emperyalizmin kucağına daha kolay düşüyor. Türkiye'nin Düzeni ve benzeri kitapların okunup derinlemesine tartışılması bu yüzden büyük önem taşıyor.

Doğan Avcıoğlu'nun Türkiye için önerdiği politik stratejiyi şöyle özetlemek mümkündür: Bağımsızlık içinde toplumsal devrimler yoluyla çağdaş uygarlığa ulaşmak!!! Basit gibi görünebilir ancak üzerinde derinlemesine düşündüğümüzde Avcıoğlu'nun o kadar da basit bir stratejik süreci tanımlamadığı sonucuna ulaşıyoruz. Birinci nokta bağımsızlık! Bağımsız olmayan bir devletin mevcut dünya koşullarında yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bağımsızlık olmadan onurlu bir devletinin inşa edilebilmesi mümkün değil. Buraya yapabileceğimiz tek ek "tam bağımsızlık" olabilir. Her alanda emperyalizme göbekten bağlı bir devletin bağımsızlığından söz edilemez. İkinci nokta toplumsal devrimler!!! Devrimin yürütücü motorunun toplum olması gerektiğine vurgu yapılıyor burada. Toplumsal yaşamda ileriye doğru sıçramalar yaratarak yepyeni bir insan tipini egemen kılacak toplumsal devrimler sayesinde ilk aşamada toplumsal sınıflar arasındaki uçurumu kademe kademe azaltıp öngörülebilir bir sürede tamamen ortadan kaldırmak. "İmtiyazlı, sınıflı, bölünmüş bir kitle"den "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle"ye doğru dönüşümü sağlayacak eylemsel süreci başlatacak unsur toplumsal devrimler olacak. Bu devrimlerin yürütücü motoru ise geniş halk kitleleri olacak. Bir zamanların meşhur tabiriyle söylemek gerekirse "zinde güçler"in toplumsal sınıfların içinden çıkması gerektiğini vurguluyor. Toplumsal devrimler sürecinde devrimin yürütücüsü bürokratlar, askerler, entellektüeller değil halk sınıfları olmalıdır.

Burada devrim için zinde güçlerin devrime öncülük etmesinin yeterli olacağı tezine katılmadığımı ifade etmek istiyorum. Zira devrimcilerin bu güne kadar Türkiye'de başarılı olamamalarının en büyük sebebinin geniş halk kitlelerini devrimin saflarında disiplinli biçimde örgütlemeyi başaramamaları olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de başarılı olmuş tek devrim Kemalist Devrim'dir. Kemalist devrimi yaratan toplumsal sınıfları çözümlemeye çalıştığımızda şu gerçeği görüyoruz: Devrime önderlik eden sınıflar işgalden zarar gören geniş halk kitleleridir. Tarihsel süreçte öne çıkan kişiler Kemalist devrime önderlik eden Mustafa Kemal ve yakın çevresindeki dar kadro olmasına rağmen, bu devrimci önderliğin ortaya koyduğu programın başarıya ulaşmasının asıl sebebinin geniş halk kitlelerinin maddi ve manevi açık desteği olduğunu görüyoruz. Kasaba eşrafı, büyük çiftçiler, ağalar, esnaf, köylü ve emekçilerin desteği olmasaydı Kemalist devrim daha beşiğinde boğulurdu. Evet, doğru önderlik önemli fakat devrimin programına inanmış geniş halk kitleleri olmadan sadece zinde güçler ile devrim yapmaya çalışmak ham bir hayal. Kitle çizgisini devrimci programa egemen kılmak ile kitle kuyrukculuğu yahut popülizm yapmak arasındaki büyük farkı da burada anmadan geçmeyelim. Tarihsel süreçte zinde güçlerin  başarısızlığı bizim düşüncemizi kanıtlamaktadır.

Türk devriminin 21. Yüzyıldaki en büyük ilkesi maalesef hâlâ "tam bağımsızlık"tır. Kendi topraklarımızda bağımsızlığımıza ipotek koyan koşullarda yaşamak zorunda bırakıldık. Kemalist devrimle kazandığımız bütün mevzileri teker teker kaybettik. Tam bağımsızlık ilkesinden uzaklaştıkça - diğer alanlardaki sorunların da baskısıyla - kendi sorunlarını çözmeyen, emperyalistlerin müdahalelerine açık bir ülke hâline geldik. Ekonomide bağımlıyız, dış politikada bağımlıyız, savunmada bağımlıyız, eğitimde bağımlıyız, kültür- sanatta bağımlıyız, turizmde bağımlıyız, sanayide bağımlıyız, ticarette bağımlıyız... Bu sıralama uzadıkça uzar gider. Bu alanların tamamında mutlak bağımsızlığımızı elde etmeden siyasal olarak tam bağımsızlıktan söz edemeyiz. Emperyalizme bağımlı olan bir ülkenin hiçbir alanda bağımsız olması mümkün değildir. Politikada "tam bağımsızlık" ilkesinin ne kadar önemli olduğunu günümüzde emperyalistler tarafından çepeçevre kuşatılmış ülkemizin nesnel koşullarına baktığımızda daha net görüyoruz. Birazcık toparlandığımızda, birazcık bağımsız bir politika yürütmeye çalıştığımızda emperyalistler tarafından organize edilen siyasal, askerî, ekonomik darbelerle hizaya sokulmaya çalışılıyoruz. Bu gün Türkiye'de bu nesnel gerçekliği görmeden siyaset yapmaya çalışanlara gülemiyoruz bile. Onlara sadece acıyoruz.

Türkiye'nin Düzeni adlı kitabında Türkiye'nin ekonomik olarak gelişmesi için "Millî Devrimci Kalkınma" modelinin uygulanması gerektiğini savunan Avcıoğlu'nun bu fikrinin ne kadar yerinde olduğunu 2021 Türkiye'sinde çok acı bir biçimde yaşayarak öğrenmek zorunda kalıyoruz. Millî Devrimci Kalkınma ile ekonomik özgürlüğümüzü kazanamamış olmamızın ağır sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. Finansal olarak emperyalist semayeye göbekten bağımlı, sıcak para baronların elinde oyuncak hâline getirilmiş bir ekonomi modeli ile kalkınma hedeflerine ulaşmak doğal olarak mümkün olmuyor. Günümüzde "kalkınma" gibi bir gündemimiz yok. Gündem "kur, faiz, borç, sıcak para"! Üretimi, yatırımı, istihdamı konuşan yok. Bir ülkenin ekonomisinin gücüne yönelik en önemli göstergenin kur ve faizler olması o ülkenin sıcak paraya bağımlı sömürülen bir ülke olduğunun açık göstergesidir. İkinci kurtuluş savaşı koşullarında "millî direniş ekonomisi" modeline geçmek zorunluluğumuz her geçen gün daha acı bir biçimde kendisini dayatıyor. Türkiye'nin yeni dönemdeki ekonomik modelini piyasaların baronları değil hayatın nesnel gerçekleri belirleyecektir. Baronların belirlediği bir ekonomik modelde kazananın geniş halk kitleleri olmayacağını hepimiz biliyoruz zira!

Komprador sanayi ve ticaret burjuvazisinin Türkiye'nin kalkınmasına verdiği zararları görmek için Türkiye'nin Düzeni'ni mutlaka okumalısınız. Komprador sanayici ve iş adamlarının emperyalist güç odakları ile işbirliğine giderek ülkemizin sömürülmesine nasıl yardımcı olduklarını öğreneceksiniz. Ülkemizde yaşayıp, ülkemizde ticaret yapıp, ülkemize fabrika kurup, ülkemizin işçisinin emeğiyle üretim yapan, bu topraklardan para kazanmasına rağmen ekonomik ve siyasi olarak emperyalimin çıkarına hizmet eden bu kompradorları iyi tanımalısınız. Zira yaklaşık olarak yüz yıldır bu kompradorların işbirliğiyle ekonomik kalkınmamızı millî temellere oturtamıyoruz. Ne zaman millî bir sanayi ve ticaret burjuvazisi yaratmak için harekete geçsek bu komprador sanayici ve iş adamlarının ekonomik ve siyasi baskılarına muhatap oluyoruz. Soruyorum: Bu kadar sanayici ve iş adamı olan bir ülke nasıl kalkınamaz? Soruyorum: Bu kadar sanayici ve iş adamı olan bir ülke nasıl dışa bağımlı bir ekonomik modelle yönetilmeye muhtaç olabilir?
Soruyorum: Bu kadar sanayici ve iş adamı olan ülke neden katma değeri yüksek bir üretim yapamaz?

Komprador sermayenin asıl amacının Türkiye'yi yok etmek olduğuna inanmıyorum. Zira yüz yıl böyle bir amacı gerçekleştirmek için yeterli bir süre. Yüz yıla yakın bir süredir Türkiye emperyalizminin ekonomik etkisine mutlak surette açık bir ekonomi olmasına rağmen hâlâ Türkiye'yi yok edemediler. İki ihtimal var: Bütün nesnel koşullar yüz yıla yakın bir süredir onlardan yana olmasına rağmen bunu başaramayacak kadar beceriksizler ya da yok etmek istemiyorlar! Türkiye'yi yok etmek istemiyorlar, tam tersine onursuzca sömürülerek yaşamasını istiyorlar. Zira Türkiye yaşamaya devam ettikçe onlar emperyalist sömürüden pay almaya devam edecekler. Türkiye'nin yaşamasını istiyorlar ama kendi başına bağımsız bir ülke olarak değil, emperyalizme bağımlı bir biçimde yaşamasını istiyorlar. Anadolu köylüsünün bu konuya tam olarak uyan bir sözü var: Ne ondurur ne öldürür! Emperyalizmin çıkarına çalışan komprador sanayici ve iş adamları Türkiye'nin onmasını da ölmesini de istemiyorlar. Kendi başına bağımsız politika yürüten, kendi topraklarında mutlak egemen bir Türkiye yerine dışarıdan talimat alarak havuç-sopa diplomasisiyle yönlendirilen bir Türkiye arzu ediyorlar. Bunu yaparken aynı zamanda virüs gibi yayıldıkları Türkiye ekonomisinin tamamen ölmesini de istemiyorlar. Çünkü bu canlı organizmayı yok ederlerse onun kanını emmeye devam edemeyecekler!!!

İslamcı kanadın elli yıldır ortaya attığı ve kendince yanıtlar vererek çözümlemeye çalıştığı bir soru var: Bizden daha sonra sanayileşmeye başladığı hâlde Japonya nasıl sanayileşti de biz bunu başaramadık? Japonya uzunca bir süre emperyalist etkiye kapalı bir ülke olarak kaldı. O süreçte kendi sanayisini kendi başına kurabilme şansına erişti. Bizi ise hiç rahat bırakmadılar. Emperyalizm üzerimizde dolaşan bir kartal gibi, ne zaman saklandığımız delikten başımızı dışarıya çıkarmaya kalksak tepemize çöktü. Türkiye'deki emperyalist kuşatma olgusunu görmeden ideolojik at gözlükleriyle politika yapmaya çalıştığınızda ortaya koyduğunuz tezlerin tamamı felsefi anlamda safsata olmaya mahkûmdur. Japonya'nın İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki durumuna baktığımızda şunu görüyoruz. Amerikan emperyalizminin mutlak tahakkümü altında, Japon geleneksel kültüründen hızla uzaklaşarak Amerikanlaşan ve dolayısıyla yozlaşarak çürüyen bir millet görüyoruz. Bu günün Tokyolusunun ortalama bir New Yorkludan hiçbir farkı kalmamış ise günümüzün Japonya'sının mucizevî sanayi kalkınmasının ne önemi kalır? Japon ulusal onurunu yitirerek ne kazanabilirsiniz? Aynı soruyu Türk milleti için güncelleyelim: Ulusal onurununu yitirmiş ve Amerikanlaşmış ama her açıdan emperyalizme teslim olarak kalkınmış bir Türkiye bizim Türkiyemiz olabilir mi?

Bir süredir 60'lı 70'li yıllarda ilerici aydınlar tarafından yazılmış kitapları okuyorum. Ali Gevgilili'nin Türkiye'de Kapitalizmin Gelişimi ve Toplumsal Sınıflar adlı efsanevî kitabını okurken bu kitaba atıfta bulunulduğunu gördüm. Üniversitedeyken derinlemesine incelemeden hızlıca okuyup geçtiğim Türkiye'nin Düzeni'ni yeniden okumaya karar verdim. Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yeni baskısı da yapılmış. Hazır ulaşılabilir bir kitap iken Doğan Avcıoğlu'nun Türkiye'nin Düzeni adlı kitabının günümüzün perspektifinden bakılarak yeniden okunması gerektiğini düşünüyorum. Siz de benim gibi günümüzün postmodern Fransız teorisinin ürettiği entellektüel çöpleri okumaktan sıkıldığınızı hissediyorsanız Türkiye'nin Düzeni derdinizi dermanı olacak nitelikte bir kitap. Tok karnına şifa niyetine okuyunuz. Sevaptır.

7 Ocak 2021 Perşembe

ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR-FAHİM BEY VE BİZ

FAHİM BEY VE BİZ, ÇÜRÜYEN OSMANLI ARİSTOKRASİSİNİN SON ÇIĞLIKLARI...

ROMANIN ÖZETİ

Bir Ölüm Haberi, Babamın Anlattıkları

Bir Ölüm Haberi adlı bölümde Fahim Bey’in ölümü ce onun ölümünden duyulan üzüntü anlatılmıştır. Burada ölüme ve taziye yazıları üzerine yazarın görüşleri belirtilmiştir. Babamın Anlattıkları bölümünde ise Fahim Bey’in yaşamı, geçmişi, kişiliği hakkında bilgiler verilmiş, onun kişiliği anlatılmıştır.

Esvaplar, Fahim Bey’le Saffet Hanım

Esvaplar bölümünde Fahim Bey’in Londra sefaret kâtipliği görevi anlatılmıştır. Burada insanın giydiği elbiseler ile kişiliği arasındaki ilişki anlatılmış, Fahim Bey’in makûs talihi yerilmiştir. Fahim Bey’in Esvapları daha sonra da romana laytmotif olarak kullanılacaktır. Fahim Bey’le Saffet Hanım bölümünde ikisinin aile hayatı anlatılmıştır. Bu aile gayet sakin, mutlu-mesut bir ailedir. Bölümde Fahim Bey ve Saffet Hanım’ın fizikî tasvirleri yapılmış ve ruh dünyaları ayrıntılara girilerek anlatılmıştır. Ayrıca bu bölümde saatler laytmotif olarak işlenmiş. Sonraki saatler bölümünde bunun tekrarını göreceğiz. Bu bölümde Fahim Bey ile Saffet Hanım’ın dakikliğine yapılan vurgu dikkat edilmesi gereken bir noktadır.

Küçük Ev ve Dünya Haberleri, Saatler

Bu bölümde Fahim Bey’in ev hayatı anlatılmaya devam edilmiş. Fahim Bey’in biri Türkçe diğeri Fransızca iki gazeteyi sürekli okuması ve onlarda gerekli gördüğü yerlerin altını çizmesi anlatılıyor. Gazetelerdeki felaket haberleri ce Fahim Bey’le Saffet Hanım’ın bu haber üzerine yaptıkları yorumlar ve düşündükleri anlatılıyor. Ayrıca bu bölüme kadar yazar, babasının Fahim Bey’e anlattığı kadarıyla, onun bakış açısının imkânları dâhilinde bir bakış yöneltiyor. Buraya kadar anlatılan Fahim, yazarın babasının anlattığı Fahim’dir. Saatle bölümünde yazarın eniştesi ile halasının Fahim Bey ile Saffet Hanım hakkındaki görüşleri anlatılmıştır.  Bu bölümde Fahim Bey ile Saffet Hanım’ın dakikliği onların sahip oldukları kişilikle ilişkilendirilerek anlatılmıştır. Enişte, Fahim Bey’e iyi gözle bakmıyor. Kendisi garbiyatçı bir bakış açısına sahip olduğu için Fahim Bey’i batılı bir düşünce yapısına sahip olmasını benimsemiyor, onu sürekli eleştiriyor. Halasına göre ise Saffet Hanım gayet iyi huylu, sevimli; bazı ilginç hâlleri olsa da iyi bir ev hanımıdır.

Genel Ara Yorum: Her bölüm bir diğerinden bağımsız gibi görünüyor. Olay örgüsü doğrusal olarak devam etmiyor. Yer yer geri dönüşler (flash back) var. Her bölümde FahimBey’in hayatına dair farklı bir olay anlatılmış. Tüm bölümlerin toplamı Fahim Bey’in hayat hikâyesini oluşturacaktır.

Ukalanın Dedikleri, Teşebbüs-i Şahsî Âleminde

Ukalanın Dedikleri bölümünde Fahim Bey’in düşünce yapısı ile ilgili bilgiler veriliyor. Onun bir filozof denebilecek kadar bilgiye sahip olduğu ve o konuşurken birçok âlimin ona hayran kaldığını yazar söylüyor. Bu bölümde Fahim Bey’in fikirlerinden yola çıkarak bazı durumlara değiniliyor, ayrıca çok bildiklerini iddia eden bazı âlimlerimizin cehaleti ince ince yeriliyor. Fahim Bey, meşrutiyet rejiminin iklimine artan özel teşebbüs âlemine dalmak istiyor. Kafasında şekillendirdiği yaratıcı girişimci fikirlerini hayata uygulayarak çok zengin olmayı umuyor. Sürekli projeler üretiyor; ancak bu projeler kuvveden fiile geçemiyor, uygulanabilirlikten uzak hayalî projeler olarak kalıyorlar. En sonunda özel teşebbüs âleminden soğuyor ve bir han odasında yaratmış olduğu hayali yazıhanesinde kendi kendine hayallere dalıp kendini tatmin etmeye uğraşıyor.

Hanımların Söyledikleri, Rüya

Mahalledeki kadınların –özellikle Huriye Hanım’ın- Fahim Bey hakkında söyledikleri bu bölümde aktarılmıştır. Bu bölüme bakarak hareket edersek buraya kadar anlatılan Fahim Bey’i tanıyamayız. Dedikoducu bir kadının ağzından Fahim Bey âdeta bir zevk düşkünü olarak anlatılmıştır. Fahim Bey bir gün bir rüya görür. Bu rüyada ilginç şeyler dikkatini çeker ve bunu “eşine” anlatır. Saffet Hanım bu rüyayı daha sonra bazı yakınların anlatır. Böylece Fahim Bey’in gördüğü basit bir rüya beşeriyetin ilgisine mazhar olur. Herkes bu rüyayı büyük bir olay olarak algılar, rüya fenomen olur. Hatta belli bir süre bütün mahalle Fahim Bey’in gördüğü bu rüya ile yatıp kalkar. 

Rüya Tabiri, Fahim Bey’in Hakkında İlk Hislerim 

Rüya Tabiri bölümünde bütün mahalleli Fahim Bey’in gördüğü rüya üzerine tabirnameler döktürüyor. Hepsi –maaşallah- gelecekle ilgili çeşit çeşit hikâyeler uyduruyor. Yazarın eniştesi ise Çamlıca’daki köşkünde sefih bir hayat yaşıyor. O da Fahim Bey’in rüyasını tabir etmeye çalışıyor ve Fahim Bey’in öleceğini söylüyor. Ancak bu yorumun temelini Arapça rüya tabirleri kitabında bulamıyor. Daha sonra ise kendisi ölüyor. Yazar burada rüya içindeki gizli dünyayı değil, hurafeye olan genel eğilimi ve batıl inançları yeriyor. Fahim Bey Hakkında İlk Hislerim adlı bölümde yazar, çocukluğundan başlayarak Fahim Bey hakkındaki düşüncelerinin oluşumu ve gelişimi hakkında bilgiler veriyor. Yazarın zihninde beliren ve Fahim Bey’e sorarak öğrenmek istediği bazı kuşkuları var. Bunları zihninde arka arkaya diziyor; ancak Fahim Bey’e bir türlü soramıyor. Yazar Fahim Bey’in “kurulmuş bir saat gibi” tıkır tıkır işleyen hayatının bu seyrinin sebebini arıyor ve bir sonuca varamıyor. Fahim Bey’in kuvveti, insanlara karşı beslediği engin muhabbetten mi gelmektedir; yoksa insanlara karşı ezeli bir hiddet mi duymaktadır buna cevap veremiyor.

Fahim Bey Hakkında Değişen Hislerim, Fahim Bey ve İstanbul

Yazarın Fahim Bey hakkındaki görüşlerinde bazı değişimler meydana geliyor. Yazar önceden Fahim Bey'i dinlemekten, onunla konuşmaktan zevk alırken artık bir sıkkınlıkla ondan uzaklaşmaya başlıyor. Bunun sebebi Fahim Bey'in kendisi olmaktan çok yazarın içine düştüğü durumdur. Fahim Bey'i hep başkalarının anlatımıyla tanımaya çalışan yazar, artık özgür bir biçimde yargılama yapabilen zihniyle Fahim Bey'i yargılamaya başlıyor. Bu nedenle ilk hislerinde bazı değişmeler hâsıl oluyor. Yazar bu bölümde düşünsel-fesefî görüşlere ağırlık veriyor. Fahim Bey ve İstanbul adlı bölümde İstanbul tasvir ediliyor, onun tarihî ve doğal güzelliklerinden bahsediliyor. Aydın bir birey olan Fahim Bey'in mutlaka İstanbul'dan etkilendiği iddia ediliyor. Burada İstanbul'un daha çok geceleri anlatılmıştır.

Fahim Bey'in Dosyaları, Delilik Rivayetleri

Fahim Bey'in Dosyaları bölümünde Fahim Bey'in hayatta uğradığı başarısızlıklar nedeniyle nesnel gerçeklikten kaçmak için kendine kurmuş olduğu hayalî dünyanın ortaya çıkışı anlatılıyor. Bu dosyalar hiç olmayan bir şirketin kâr-zarar defterleridir. Fahim Bey burada sanki bir şirket işletiyormuş gibi defterler tutmaktadır. Fahim Bey'in başarısızlıkları onu muhayyel bir dünyaya itiyor. Aslında Fahim Bey'in tasarladığı işlerin çoğu muhteşem kâr getirebilecek kalitede işlerdir; ancak bunların hiçbirinin gerçek hayatta uygulanabilirliği yoktur. Bu dosyaların ortaya çıkması ile Fahim Bey'in akrabaları ve tanıdıkları onun delirdiğini düşünmeye başlıyor. Mahalleliden etkilenen Saffet Hanım da onlara katılıyor. Fahim Bey ise delirmediğini bildiği için bütün bu hırgüre duyarsız kalmayı tercih ediyor. Yazar bu bölümde Fahim Bey'in delirmediğini ispat etme maksadıyla aslında hepimizin az çok deli olduğunu anlatmaya çabalıyor.

İhtiyarlık Duyguları, Yaşlanan İhtiyarlayan Adam

İhtiyarlık Duyguları bölümünde yaşlanan Fahim Bey'in bedeninde meydana gelen değişikliklerden ve hastalıklarından söz edilmiştir. Fahim Bey aslında yaşlandığının farkında değildir. Bütün insanlar gibi o da yaşlandığını reddetmektedir. Hâlbuki artan hastalıklarının yaşlılıktan başka bir izahı yoktur. Yaşlanan İhtiyarlayan Adam bölümünde yaşlılığın insanları içine soktuğu tuhaf durumlardan bahsedilmektedir. Fahim Bey'in geçmişte yaşadığı birçok olay bu gün ona yabancı gelmektedir. Dünya hızla değişmektedir ve yaşlanan, ihtiyarlayan adam bunun farkına varamamaktadır. Unutkanlık had safhaya varmıştır, Fahim Bey en iyi arkadaşlarını tanıyamaz hâle gelmiştir, kendisine en yabancı insanları ise kan kardeşi sanmaktadır. En yakın arkadaşları birer birer ölmektedir. Yaşlanan ihtiyarlayan adam ölümün ne zaman nasıl kendisine geleceğini bilmemektedir ve bundan dolayı korku duymaktadır. Yazar bu bölümde ihtiyarlayan bir adamın düşünce dünyasını bize hissettirmeye çalışmıştır. Yaşlanan bir adamın dünyadaki olaylara, nesnelere bakışı anlatılmış, bu vesileyle yaşlılıkta yaşanması muhtemel duygular okura hissettirilmiştir. Bu bölümde anlatılan, ihtiyarlayan adam Fahim Bey'dir.

Fahim Bey'in Son Zamanları ve Hakkında Son Hissettiklerim

Fahim Bey son zamanlarında bir mütercim olarak yevmiye hesabı çalışmaya başlamıştır. Çalıştığı yerdeki insanlar onun bu sakin ve gizli dünyasına hayran kalmaktadırlar; ancak Fahim Bey'in içinde fırtınalar kopmaktadır. Tanıdığı, sevdiği birçok insan ölmüş, o ise bu dünyada büyük bir yalnızlığın içinde mahkûm kalmıştır. Geçtiği caddeler, gördüğü yüzler hep yabancılaşmıştır. Artık kimse ona gelip okuduğu o ecnebi gazetelerinde geçen ilginç olayları sormamakta, onu dinlemedikleri için engin bilgisinden de yararlanamaktadırlar. Fahim Bey'in özel teşebbüs âlemindeyken düşlediği projeler hâlâ kafasını işgâl etmekte, ona bu projeleri soran herkese üzerinden yıllar geçmesine rağmen bir parça bile azalmayan inancıyla projelerini anlatmaktadır. Kurduğu hayal dünyasında yaşamakta ısrar ederek hayatından memnun olmaya çalışmaktadır.

Her Şeye Rağmen Gönülleri Şâd Eden Hayat

Bu bölümde insanların hayatla olan ilişkilerine değinilmiştir. İnsanoğlunun talihsizliği üzerine yargılarda bulunulmuştur. Romanın bu bölümünde yazar hayata ilişkin görüş ve düşüncelerini anlatmaktadır. Anlatıcı kişi, yani yazar da yaşlanmaktadır. Gençliğinde düşündüğü şeyler ile şimdiki düşündüklerini kıyaslıyor ve asıl sevginin kendi hayâl dünyamızda yarattığımız seraplarımız olduğunu söylüyor. 

Romanın bu bölümünde yazarın fikre daha fazla önem verdiği gözleniyor. Özellikle son dört bölümde işlenenler Fahim Bey'in hayatından kesitler olmaktan öte bir felsefe metninden bölümler edası taşımaktadır. Sanki yazar, roman içinde anlatamadığı derin düşüncelerini ve hayat felsefesini romanın sonuna iliştirmiş gibidir. 

Bir Gün Olur

Bu bölümde "bir gün olur" düşüncesi üzerinden insanların ilerideki yaşamlarında hiç ummadıkları bazı durumlarla karşılaşabilecekleri belirtilmekte ve bunun üzerinden Fahim Bey ile Saffet Hanım'ın hayatlarında geldikleri noktadan "bir gün olur" imgesiyle bazı kesitler verilmektedir. Bu bölümde de fikir yoğunluğu dikkati çekecek bir seviyeye ulaşmıştır. Adeta "bir gün olur" düşüncesinden hareketle felsefî bir deneme yazılmıştır.

Fahim Bey'e Hitaplar ve Sualler

Yazar bu bölümde Fahim Bey'e sormak istediği bazı soruları sıralıyor. Bu bölümde, daha önceki bölümde de olduğu gibi felsefi birikimini ortaya koyacak bölümler yazıyor. Özellikle bölüm başındaki Fahim Bey'e hitap cümlesi, adeta romanın bir özeti olmuştur. Gerçekten de "herkesin türlü türlü gördüğü" bir Fahim Bey söz konusudur. Roman boyunca bize anlatılan, birden çok Fahim Bey vardır. Fahim Bey'i bize anlatan şahıslardan her birinin bakış açısı diğerine neredeyse zıttır. Yazar bundan hareketle bu bölümde insanların  aynı konularda bile farklı bakış açıları olabileceği gerçeğinin üzerinde durmuştur. Ayrıca bu bölümde yazar Fahim Bey hakkındaki son düşüncelerini belirtiyor, zihninde yer eden Fahim Bey imgesinin nasıl bir şey olduğunu ifade ediyor, son olarak da Fahim Bey'in ölümünden sonra Saffet Hanım'ın içine düştüğü durum, yaşadığı yıkım anlatılarak roman bitiriliyor.

MATERYAL UNSURLAR

ANLATICI

Romanda kullanılan anlatıcı tipi, 3. tekil kişi anlatıcıdır. Bu kişi olayların içinde bir gözlemci gibi bulunmakta ve roman süresince kişileri izlemektedir. Buna tanrısal anlatıcı tipi de denir. Ancak şunu söylemek gerekli ki romanın tamamında kullanılan anlatıcı tipi sadece bu değildir. Romanın bazı bölümlerinde Fahim Bey'i anlatan şahsa göre anlatıcı da değişebilmektedir. Sözgelimi "Hanımlarının Söyledikleri" adlı bölümde Huriye Hanım anlatıcı olarak ortaya çıkmaktadır. Aslında yazar da anlatıcı olarak romanın bir parçasıdır. Çünkü yazar da romanın bir kişisidir. Bu nedenle her iki durumda da anlatan kişi değişir gibi görünse de anlatıcı tipi değişmemektedir. Özellikle son bölümde anlatıcı-yazar daha fazla etkin olmakta, fikrî mubaheselerde kendini öne çıkarmaktadır.

Roman, Fahim Bey ve onun hayatında yer eden diğer insanların gözünden Fahim Bey'in hayatının, kişiliğinin anlatılması biçiminde yazılmıştır. Romanda anlatılan kişi Fahim Bey'dir; ancak onu anlatan şahıslar sürekli değişmekte, değişen her şahısla birlikte karşımıza çıkan Fahim Bey imgesi de değişmektedir. Özellikle son bölümde yazar bu durumu kendi ağzından da itiraf etmektedir.

BAKIŞ AÇISI

Yazar romanda tek bir bakış açısı kullanmak yerine birden çok bakış açısı kullanarak anlatıma güç katmıştır. Romandaki anlatım, sürekli değişen bakış açıları ve bu acıların getirdiği yorumlarla canlanmıştır. Örneğin Fahim Bey'in hayatının (geçmişinin) anlatıldığı 2. bölümde "tanrısal bakış açısı" kullanılmıştır. Bu bölümdeki anlatıma ve tasvirlere baktığımızda bu ortaya çıkıyor; çünkü yazar burada Fahim Bey'i kendi gözüyle gördüğü biçimiyle değil nesnel gerçeklikte olduğu biçimiyle tarihsel olarak anlatmıştır. Özellikle yazarın Fahim Bey hakkındaki hislerini anlattığı bölümler ile romanın bazı yerlerinde de "gözlemci şahsın bakış açısı" kullanılmıştır. Bu bakış açısını oluşturan kişi romanın ve olayların içindedir. Hem olaylara olayların içinden tanık olur hem de onları anlatır. Burada da yazar kendi hislerini anlattığı bölümlerde gözlemci şahsın bakış açısını kullanmıştır. Tekil bakış açısı genellikle otobiyografik romanlarda kullanılır; ancak Fahim Bey ve Biz romanında bu yöntem Fahim Bey'in kendi düşüncelerini anlattığı "Ukalanın Dedikleri" bölümü ile "İhtiyarlık Duyguları" adlı bölümlerde, düşünce hastalıklarını anlatırken yaptığı konuşmalarında kullanılmıştır.

Geleneksel klasik roman tarzında sadece bir şahsın bakış açısından bütün olaylar anlatılır. Hiçbir bakış açısı anlatım bakımından kusursuz değildir. Sonuç olarak bakış açılarının hepsi tek bir açıdan olaylara yaklaşan sınırlı açılardan olaylara bakan açılardır. Modern romanda ise bu durum değişerek birden fazla kişinin anlatımına yönelim gözlenmiştir. Özellikle postmodern romanlarda bakış açısının varlığında bile şüpheye düşüldüğü anlar ve sahneler karşımıza çıkmaktadır. Romanda anlatımın tek merkezli olmaması için ortaya "çoğul bakış açısı" çıkarılmıştır. Bu türde anlatıcı ikinci plana itilmekte "gösterme ve anlatma" refleksleri daha çok öne çıkmaktadır. 

Fahim Bey ve Biz adlı romanda ise romanın adından anlaşılacağı üzere Fahim Bey'e "biz"in bakış açısından yönelinmiştir. Bölümler incelendiğinde roman içinde birbirinden oldukça farklı bir biçimde tanımlanan Fahim Bey gerçekleri ile karşılaşırız. Bir bölümde sadık ev erkeği, diğer bölümde edepsiz Frenk hayranı biri karşımıza çıkabiliyor. Bu nedenden ötürü Fahim Bey ve Biz adlı roman yayınlandığı dönemde çok eleştirilmiştir, hatta hatta birbirinden bağımsız gibi görünen bu metinlerin bir roman bütünlüğü oluşturmadığı, her birinin bağımsız birer öykü olabileceği bile iddia edilmiştir. Bütün bunlar göz önüne alındığında Abdülhak Şinasi Hisar'ın Fahim Bey ve Biz adlı romanı postmodern Türk romanının ilk anakronik örneklerinden biri olarak tanımlanabilir. Özellikle günümüzde postmodernizmin etkilerini eserlerinde gözlemlediğimiz bazı romancılarımız (Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş vb.) Abdülhak Şinasi Hisar'ın kullandığı çoğul bakış açısını eserlerinde etkin bir biçimde kullanmaktadır. Neticede Abdülhak Şinasi Hisar, romanında birden çok bakış açısını kullanarak romandaki anlatıma çeşitlilik katabilmiştir. Bu çeşitlilik karşımıza nicel olarak bir hayli kabarık bir Fahim Bey'ler kümesi sunsa da anlatılan her Fahim Bey karakteri nitelik olarak olgun bir seviyeye ulaşabilmiştir.

VAK'A VE OLAY ÖRGÜSÜ

Romanda birçok vak'a incelenmiştir. Bu vak'alar yâni olaylar Fahim Bey'in hayatının içindeki yaşamsal kesitlerdir. Romanın içinde Fahim Bey'in hayatında meydana gelen olaylar kronolojik bir sıra ile - çizgisel olarak- anlatılmamış, her bölümde bir veya birkaç olay, çoğu zaman birbirinden bağımsız bir biçimde işlenmiştir. Romanın ilk bölümlerinde vak'aya ve onun anlatımına önem verilmiş, son bölümlere doğru ise fikriyat ağır basmaya başlamıştır. Romanda olay örgüsü çizgisel bir izlek oluşturmaz. Yer yer geri dönüşler bulunmaktadır. Ayrıca bölümler arasında neden-sonuç bağları bulunmamaktadır. Söz gelimi "Bir Ölüm Haberi" bölümünden sonraki "Babamın Anlattıkları" adlı bölümde bir geri dönüş yapılarak Fahim Bey'in geçmişi anlatılmıştır. Ayrıca "Esvaplar" bölümü ile "Fahim Bey'le Saffet Hanım" bölümü arasında olay örgüsü bakımından hiçbir bağ yoktur. Esvaplar'da anlatılan olaylar Fahim Bey'le Saffet Hanım bölümündeki olaylardan müstakil bir seyir oluşturmakta, her bölüm Fahim Bey'in hayatının ayrı bir kesitini anlatmaktadır. Kimi zaman roman kişilerinin Fahim Bey'e bakışının anlatıldığı bölümlerde ayrı olaylara tekrar fakat başka bir açıdan değinilme durumları da ortaya çıkmaktadır.

Romanda anlatılan olayların akışını şöyle düzenleyebiliriz: Fahim Bey'in ölümü, (geri dönüş), yazarın babasının Fahim Bey'i anlatması ve onunla yaşadıkları, hariciye memurluğu dönemi, konak tutması, Londra sefaret kâtipliği, evlilik hayatı, teşebbüs-i şahsi âlemi, memuriyete dönüş, iş hanı yazıhane günleri, Fahim Bey'in rüyası, delilik rivayetleri, ihtiyarlık, (geri dönüş), ölüm, ölüm sonrası durum.

ZAMAN

Romanın geçtiği zaman 2. Meşrutiyet öncesi dönemden başlayıp Cumhuriyet sonrası döneme kadar gelen uzun bir süreçtir. Bu süreç de Fahim Bey'in yaşam süresidir. Fahim Bey'in hayatının anlatıldığı bir roman olan Fahim Bey ve Biz adlı romanımızda zaman kavramının anlatımı temele alınmıştır. Özellikle saat leitmotifinin kullanımı önemli bir noktadır. Bununla birlikte Fahim Bey'in sürekli gazete takip etmesi ve dünyada olan bitenden haberdar olması da dolaylı olarak zaman kavramıyla ilişkilendirilebilir. Romanda Fahim Bey'in hayatı çerçevesinde geçen zaman ve geçen zamanla birlikte değişen bazı şeylerin anlatımı geniş yer tutar. Bu açıdan bakarsak zaman kavramı romanın temelinde yer almaktadır diyebiliriz. Romanın materyal unsurlarından biri olarak zaman ise olaylarla ilişkili olarak bağlantılandırılmıştır. Örneğin Meşrutiyet'in İlânı ile şahsi teşebbüslerin yaygınlaşması birbiriyle bağlantılıdır. Olay örgüsü ile beraber düşündüğümüzde ise zamanın akışı olay örgüsünün irregular kesitler biçimindeki yapısına uygun olarak yer yer kesintiye uğramaktadır. Günün saatleri açısından zamanı incelediğimizde ise romanın bir akşamlar romanı olduğu dikkatimizi çekmektedir. Romanda yaşanan olaylar, anlatılan mekânlar hep akşam vakitlerinde yaşanır, anlatılır. Tabii olarak günün diğer saatleri ile ilgili  -sözgelimi sabah ya da öğle- vakitler de kullanılmıştır; ancak akşam romanda ayrıcalıklı bir yer edinmiştir. Örneğin romanda anlatılan İstanbul, akşamın İstanbul'udur; Fahim Bey'in ev hayatı -hemen hemen- tamamıyla akşam yaşanılanlardan ibarettir.

KİŞİLER

KARAKTERLER

FAHİM BEY: Romanda Fahim Bey'in fiziksel özellikleri sayfa 11-12 ile 26-27'de ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Fahim Bey'in fiziksel özellikleri roman içinde değişikliğe uğrar. Örneğin Fahim Bey yaşlandığında yüzünde ve bedeninde bazı değişiklikler meydana gelir. "İhtiyarlık Duyguları" adlı bölümde bundan bahsedilmiştir. "Babamın Anlattıkları" bölümünde ise Fahim Bey'in geçmişi hakkında bilgiler verilmiştir. Ruhsal yapı bakımından Fahim Bey'in profili şöyle çıkarılabilir: Gayet bilgili ve iyi eğitim almış, sürekli okuyan, dünyadaki olaylara duyarlı, kendi iyiliğinden çok başkasının iyiliğini düşünen, alçakgönüllü, uysal, sakin ve düzenli bir ev erkeğidir. Romanda farklı kişilerin bakış açısından değişik yönleriyle anlatılan Fahim Bey, farklı yönleriyle anlatılmış olsa da genel anlamda ruhsal yapısını bu şekilde tanımlayabiliriz. Burada eklemeden geçemeyeceğimiz bir mevzuu da onun hayalperestliğidir. Hemen hemen romanın tamamında Fahim Bey'in hayatını etkileyen en temel ruhsal özelliği olarak hayalperestliği karşımıza çıkıyor. Fahim Bey günlük hayatta rast geleceğimiz bir kişi değildir. Özgün ve aşırı girift bir şahsiyettir.

SAFFET HANIM: Saffet Hanım'dan ve onun fiziksel ve duygusal özelliklerinden "Fahim Beyle Saffet Hanım" adlı bölümde bahsedilmektedir. 27. sayfadaki ikinci paragrafın tamamı Saffet Hanım'ın fiziki ve ruhsal özelliklerini tasvire ayrılmıştır. Ayrıca bu bölüm içerisinde Saffet Hanım'ın ruhsal özellikleri ile ilgili bilgiler başka paragraflarda da işlenmiştir. Saffet Hanım, iyi huylu, uysal, eşine sadık, saygılı, kocasının yanında silik bir görüntü çizen, sade, bilgi düzeyi orta halli, gazetede felâket haberleri okumayı seven, mangal takıntısı olan, mangal üstünde marsık kavurup sigara tüttürmeyi seven bir ev hanımıdır. Saffet Hanım'ın bir karakter olmasının sebebi romanda anlatılan kadınlardan farklı olarak ilginç ve dikkat çeken bazı belirgin özelliklerinin olmasıdır. Saffet Hanım alelade bir ev hanımı değildir. Romanda anlatılan kadınların genelde tek bir özelliği üzerinde durulurken Saffet Hanım'ın kişiliği üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur. Ayrıca Saffet Hanım varlığıyla romanın gidişatını etkileyecek bir kadın olarak karşımıza çıkmaktadır. 

TİPLER

ENİŞTE: Avrupa tarzı olan her şeye alerji düzeyinde karşı olan, Fahim Bey'den nefret eden, kör gelenekçi, namazında niyazında olmasına rağmen sefih bir yaşam sürmeyi seven, rüşvet alıp yolsuzluklar yapan klasik bir son dönem Osmanlı erkeğidir.

HURİYE HANIM: İnsanların aile hayatını açık açık orta yerde anlatan, dedikoducu, biri bin yapan, yer yer yalancı ve saygısız, düşkün bir mahalle karısı tipidir.

YAZARIN BABASI: Fahim Bey'i çok seven, ona saygı duyan, onun yaşadığı ilginç olayları anlatıp bunlara gülmekten zevk alan; ama arkadaşına karşı da oldukça saygılı davranan biridir.

Romanda anlatılan diğer kişiler Fahim Bey'i anlatan "Biz" kavramının içine girmekle beraber çoğulcu bir roman olan "Fahim Bey ve Biz"de pek fazla yer edinmemişler, sadece Fahim Bey hakkındaki önemsiz görüşleriyle romana katkıda bulunmuşlardır.

MEKÂN

Romanda mekân tasvirleri pek fazla yer tutmamaktadır. Ancak anlatılan mekânlar ve bu mekânların özellikleri anlatım içerisinde Fahim Bey'in özelliklerini daha canlı tutabilmek için, onu daha iyi açıklayabilmek için bir vasıta olmuştur. Genel olarak roman dört mekân üzerinde işlenmiştir. Bunlar Fahim Bey'in İstanbul'da tuttuğu konak, Fahim Bey'le Saffet Hanım'ın evi, handaki yazıhane ve İstanbul'da geçen romanların içerisinde âdeta bir roman kişisi gibi canlanıp romanın bir parçası hâline gelen İstanbul!

Fahim Bey'in İstanbul'da tuttuğu konak Fahim Bey'in ihtiyacından fazla, geniş, büyük, çoğu odalarına perde bile çekilemeden boş bırakılmış bir konaktır. Fahim Bey bu boş odalarda zaman zaman keman çalmaktadır.  Koca konakta Fahim Bey ve eşi yapayalnız yaşamaktadır. Türk aydınının ebedî yalnızlığının bir nişanesi olarak karşımıza çıkıyor Fahim Bey.

Fahim Bey ile Saffet Hanım'ın kendi evleri ise kiraladıkları konağın tam tersine gayet mütevazı bir evdir. Karı koca ve bir hizmetçinin yaşayabileceği, sade döşenmiş, o dönemin olağan İstanbul evi tipindedir. Bu evde dikkat çekilen unsur evin her odasında en az bir tane bile olsa yer eden saatlerdir. Bu ev dünyadaki zamanın gözlemlendiği bir zamanhane gibidir. Çoğu zaman evi dolduran bu saatler günün içinde yaşanan zamanı doğru olarak göstermezler.

Handaki yazıhanenin belirgin özelliği yazıhaneyi dolduran şirket dosyaları, defterler, sürekli dolu bir yazı masası ve uyumak için orada bulunan yataktır. Fahim Bey burayı hayalinde kurduğu şirketin yazıhanesi olarak tasarlamıştır.

Romanda geçen İstanbul ise okuduğumuz diğer İstanbul romanlarından pek farklı bir İstanbul değildir. Tanpınar'ın, Safa'nın, Faik'in ve Pamuk'un İstanbul'undan pek farklı değildir. Bu İstanbul içine giren aydın fikirli her insanı (bakmasını bilen insan) mutlaka kendine âşık eder. Gecelerinin güzelliği, Boğaziçi yalıları, sandal sefaları ve iki yakasının arasından geçen gerdanlık misali Boğaz, İstanbul'un romanda anlatılan kalıplaşmış özellikleri arasındadır. Fahim Bey ve Biz adlı romanda işlenen İstanbul ise daha çok akşam vakitlerinin İstanbul'udur.

DİL VE ÜSLUP

Roman sanatının en temel öğesi dildir. Dil ve anlatım bir romanın başarısını sağlayan en temel unsurdur. Romanda anlatılan her şey dil unsurunun imkânları çerçevesinde anlatılır. Bu nedenle de romanda en dikkat edilecek unsurlardan biri dil, diğeri ise üsluptur. Önemli olan neyin anlatıldığı değildir; nasıl anlatıldığıdır. Fahim Bey ve Biz adlı romanda vak'a ikinci planda kalır. Asıl unsur Fahim Bey ve onun hakkında görüş bildirenlerin fikirleridir. Durum böyle olduğunda dil ve üslubun sıkıcılığa varmadan, bu vak'a darboğazı içinden bize bir anlatı çıkarması zorunludur. Bu romanda yazar bunu başarabilmiştir. Abdülhak Şinasi Hisar'ın diğer otlu ve romanlarında da üsluba önem verdiği gözlenmektedir. Fahim Bey ve Biz'de olduğu gibi diğer öykü ve romanlarında da üslup âdeta roman ve öykünün baş kişisidir. Hisar, üslupçu bir yazarımızdır.

Yazar, romanda kullandığı dilin yapısı bakımından incelendiğinde sanki bir Tanzimat ya da Servet-i Fünûn romanı yazmış gibidir. Romanda Osmanlıca kelimeler, Arapça-Farsça tamlama ve terkipler romanın anlaşılırlığını ve dilin akıcılığını zedelemektedir. Özellikle romanın yazıldığı dönemde bile anlaşılır olmayan ya da çok yüksek eğitimli dar bir zümrenin anlayabileceği kelimeler romanın cümlelerinde kullanılmaktadır. Kâh, yahut, ve, nice gibi edatlarla cümleler çok uzatılmıştır. Ayrıca bu edatların bir cümlede ikiden fazla kullanılması dili mekanikleştirmiştir. Anlatım benzetmeler ile boğulmuştur. Kimi zaman şiirsele varan bir dil dikkat çekmiştir. Yazar özellikle "Ukalanın Dedikleri" bölümünde kullandığı dille anlaşılırlık sınırlarını haddinden fazla zorlamıştır. Romanda fikriyata önem verilen kısımlarda lisan daha ağırlaşmakta, ilmî-felsefî tefekkür ile boğulmakta, "tahammül mülkü"nü zorlamaktadır. Yazarın romanda kullanmış olduğu her cümleyi âdeta kilim dokur gibi dokuduğu ilk bakışta göze çarpmaktadır.

Abdülhak Şinasi Hisar eserlerinde uzun cümleler kullanmayı sevmektedir. Fahim Bey ve Biz adlı romanından hareketle örneklendirecek olursak sayfa 32-33'de 29 satır süren bir cümle kullanmıştır. Cümle incelendiğinde anlatımda kopukluk, soğuma ya da anlatım bozukluğuna düşülmediği, Türkçe söz diziminin en güzel örneklerinden birinin verildiğini gözlemliyoruz. Zaman zaman kısa ve veciz söyleyişler de romanda yer almıştır. 

Roman sayfa sayısı bakımından kısa ama fikir dünyası bakımından oldukça geniştir. Bu kadar çok fikre bu kadar az sayfada yer verilmiş olması bir başarıdır. Bununla birlikte fikirlerin aktarımında tekrarlara düşüldüğü de gözlenmektedir. Çoğu yerde yazar fikirlerini yinelemiştir. Örneğin romanın sonuna doğru ihtiyarlığın anlatıldığı bölümlerde, ihtiyarlık duygu ve düşüncelerinin tekrar edildiği, örneklerin birbirinin benzeri olduğu âşikardır. Bu sebeple yazarın üslupta yinelemeye meylettiğini dönemin eleştirmenleri de ifade etmiştir.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romanın üslubu hakkında söyledikleri romanın üslubuna baktığımızda önemli faydalar sağlayacak inceliktedir. Tanpınar'a göre "Bütün bunlarla beraber geçmiş bir zaman, hepimizin peşinden içlendiğimiz ve hâtıraların gözüyle kendisine döndüğümüz uzak bir zaman, bu kitabın tılsımlı üslubunda perde perde açılıyor, beraberinde alıp götürdükleri bin türlü lezzetle canlanıyor. (Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler)

4 Nisan 2020 Cumartesi

MAFYOKRATİK EDEBİYATIN ELEŞTİRİSİNE KATKI

"Edebiyat ki, bir bakıma sosyo-kültürel kişiliğimizin söz ve yazı halinde kendini dışa vurması demek: Kâh kendisi toplumu belirleyen, kâh toplumla biçimlenen, fakat hangi surette olursa olsun sosyal varlığımızı olduğu gibi aksettiren ifade ve sembollerin toplamı olarak önümüze seriliyor."
Sabri F. Ülgener, İktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası

"Özgürlük yalnızca, hayatın tehlikeye atılmasıyla elde edilir... Hayatını ortaya koymamış bir birey, kuşkusuz bir kişi olarak tanınabilir; fakat o, bağımsız bir özbilinç olarak bu tanınmanın gerçeğine erişememiştir."
Georg Hegel, Tinin Görüngübilimi, Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yay., s233, 1986

Emperyalist kapitalist sistem mafyokratik bir rejime doğru evrilirken bu dönüşümün edebiyat ve sanat camiasına da bir şekilde yansıyacağını iddia etmek için kâhin olmaya gerek yok. Bu dönüşüm hızla edebiyat sanat ortamına da sirayet ediyor. Egemenlerin sınıfsal yapısındaki dönüşümler, egemenlerin üst yapı kurumlarını oluşturan sanatta ve edebiyatta da gözleniyor. Zorbaca bir mafyokratik politik iklime giren dünya, edebiyatını da birtakım mafyokratik ilişkilerin egemen olduğu bir mecraya doğru sürüklüyor. Mafyokratik ekonomik ilişkilerin yarattığı politik kasırga, edebiyat ortamındaki poetik fırtınaların yürütücü motoru haline geliyor. Birbiriyle dirsek temasında bulunan tüm toplumsal unsurlar arasında zorunlu bir etkileşim meydana geleceğini savunan sosyoloji kuramına göre düşünecek olursak bu durumun edebiyata yansımaması neredeyse imkânsızdır. Mafyokrasi ile yozlaşan ekonomik ilişkilerin yarattığı toplumsal ortamın kültürel üst yapı kurumlarından biri olan edebiyatta da aynı yozlaşmanın yansımalarını açıkça görüyoruz. Önceleri sadece duruma içeriden vâkıf olan kimselerin ayrıntılarını bildiği bu yozlaşma, artık uzaktan bakanların bile açıkça görebileceği boyutları aşmış durumda.

Artık sanata ve edebiyata, sanatın ve edebiyatın dışında toplumsal görev ve sorumluluklar yüklemenin küçümsendiği bir yüzyılda yaşamayı, bizim gibi yeminli kapitalizm düşmanı birkaç inatçı keçi dışında, ülkenin kâhir ekseriyeti kanıksamış durumda. "Edebiyat ve sanat ne içindir?" sorusuna masumâne bir üslüpla "Sanat, sanat içindir." yahut "Sanat toplum içindir." yanıtlarının verildiği dönemi gerilerde bırakalı yüz yıldan fazla oldu. Ülkemizde de, en azından 48 yıldır, "Sanatın ve edebiyatın sınıfsal kökenleri" üzerine eğilen şairler, yazarlar, eleştirmenler bir elin parmaklarını geçmiyor. Sanat ve edebiyatta toplumculuğun "modası geçti". Sanat ve edebiyata "etik" bir görev yükleyen yazar şairleri bir kenara bırakalım "edebiyat etiği" denen bir olgu kalmadı. Kavramsal olarak "etik" artık edebiyat gündemini işgal etmiyor. "Sanat, sermaye içindir." herkesin bildiği fakat hiç kimsenin kamuya açık ortamlarda telaffuz etmeye cesaret edemediği bir hakikat hâline geldi.

Edebiyatı ve sanatı kendi küçük çetelerinin çıkarlarına hizmet eden kârlı bir üretim aracı hâline getiren yazar ve şairlerin örgütlediği mafyokratik bir edebiyat ortamında "Edebiyat ve sanat piyasa içindir, sermaye içindir." tezi bile ilerici bir tez olmaya başladı bence. Zira ideolojik mahalleleri içinde çeteleşen, mafya-tarikat-gladyo şeytan üçgenine teslim olmuş bir edebiyat ortamı, Ortaçağ'ın küçük grupçu ve gericiliğin en dip noktası olan mezhepçi yaklaşımının leş kokan paradigmalarını yeniden uygulamaya geçirdiği için kapitalist üretim ilişkileri bağlamında piyasanın arzularına göre üretim yapan yazar ve şairlerin bile gerisindedir. Piyasa edebiyatı bile bu "çetecilere" göre ilericidir, hattâ giderek işi abartıyorum, piyasa edebiyatı bile bu mafyokratik edebiyata göre devrimcidir. 

Kendi öz gücü ile bir yere gelmek yerine birtakım kriminalize çete ilişkileri kurarak bir yerlere gelmeye çalışan şair ve yazarların ülkesi hâline geldik. Mafyokratik bir örgütlenmeyle birbirini parlatan birkaç şair ve yazarın sultası altındaki edebiyat ortamında farklı bir sesin yükselebilmesi, kendisine bir alan açabilmesi imkânsıza yakın bir derecede zordur. Bunların biraz daha evrimleşerek gelişmiş, birtakım entellektüel ortamlarda tanınmışlığın da verdiği güçle semirmiş cinsleri işi daha da ilerleterek bir sonraki aşamaya geçmişlerdir: Sırtlarını herhangi bir tarikata, cemaata, iktidar partisine, muhalefet partisine, merdivenaltı sol partilere ve fraksiyonlara dayayarak yükselme aşamasıdır bu. Bunlar, bir şair ve yazarın kimler tarafından piyasaya pompalandığını bilmeyen okurlar için çok büyük bir tehlike yaratırlar. Okur, dirsek teması ile ödül verdirilen şair ve yazarları bir şey zanneder, onların beş para etmez kitaplarını okuyarak yozlaşır, içinde edebiyatın esamesi okunmayan kitaplarla sistemli bir biçimde okurun bilinci dumura uğratılır. 

Sırtını herhangi bir tarikata, cemaata, iktidar partisine yaslayarak yükselen şair ve yazarlar ne kadar onursuz ise sırtını herhangi bir sol fraksiyona, partiye, sol görüşlü olduğu söylenen bir anamuhalefet partisine dayayarak yükselen şair yazarlar da o kadar onursuzdur. Sistemin yazara sunduğu gazete köşeleri, televizyon ekranları, radyo programları, dergi sayfaları vs sistemin devamlılığını sağlama görevini kabul eden şair yazarın hizmetine sunulan ideolojik aygıtlardır. Bir şair ve yazar kendisine sunulan yüksek makam, koltuk, tv ekranı, dergi sayfası, ödül mekanizması gibi yozlaştırıcı ideolojik aygıtlara karşı direnebildiği ölçüde büyüktür. Oysa bu ideolojik aygıtlar tarafından teslim alınan şair yazarlar Türk Edebiyatı'nı hızla yozlaştırırken bir yandan da okur üzerinde hegemonya kuran bir entellektüel ideolojik iklim yaratılarak kültürel bağlamda güdülmeye hazır "geleceğin insanı"nın prototipi inşa edilmektedir.

Bu amaca hizmet için belli bir biçimde düşünen insan türü yaratılmalıdır. Sağcı, solcu da olsa fark etmez, bunlar kendisine tanınan görece özgür bir düşünce iklimi içinde tanımlanmış sınırlar dâhilinde hareket eden bir insan tipidir. Sağcı şair yazar çeteleri de solcu şair yazar çeteleri de aynı büyük amaca hizmet etmek için çalışmaktadır. Her iki grup da ulusal kültür ve edebiyatı linç etmek, yozlaştırmak, piyasanın ürettiği malları sorgulamadan satın alıp hızla tüketen görece bir seçme özgürlüğü de bulunan uysal köleler yaratmak için çaba ortaklığı yapmaktadır. Sağcı şair yazar çeteleri de solcu şair yazar çeteleri de kendi paradigmalarının dışında bir fikri savunan, bu fikre dayanan şiir, yazı vs üreten özgür ve bağımsız bir şair yazarı boğmak için eylem birliği yaparlar. Sükût suikastından başlayarak her türlü baskı ve şiddet aracını kullanarak özgür ve bağımsız düşünen bir yazarı elbirliğiyle boğarlar. Bunlara göre karşıt bir edebiyat çetesine dâhil olarak onların aleyhinde çalışmak bile özgür ve bağımsız çalışmak kadar tehlikeli değildir. Bu sebeple bağımsız şair ve yazarlar, karşıt görüşlü edebiyat çetesine dâhil olan bir şair yazardan daha fazla baskı ve şiddete maruz kalırlar. 

Sistemin içinde bir şair ya da yazar olabilmek için mevcut sistem içinde bir ağırlığı bulunan herhangi bir edebiyat çetesine mensup olmanız gerekmektedir. Bu çetelerin herhangi birinin liderine biat etmeden, itaat etmeden kitaplarınız basılmaz, basılsa bile dağıtılmaz, dağıtılsa bile kitabevlerinin raflarında ön sıralarda sergilenmez. Edebiyat çetelerinin temsilcileri tarafından ele geçirilmiş edebiyat dergilerinde ve gazetelerin kitap ekleri ile kültür sanat sayfalarında yeni çıkan kitaplarınız tanıtılmaz. Okurun sizi bilmemesi, duymaması, okumaması için her ne gerekiyorsa yapılır. Herhangi bir edebiyat çetesine bağlı olmadığı bilinen yazar ve şairlerin kitapları kitabevlerinde tutunamaz. Ama karşıt görüşlü dahi olsa herhangi bir edebiyat çetesine bağlı olduğu bilinen bir yazarın kitabına dokunulmaz. Çünkü o kitaba baskı ve sansür uygularlarsa karşıt görüşlü edebiyat çetesinin toplu bir biçimde savunmaya geçeceğini çok iyi bilirler. Bu edebiyat çetelerinin yırtıcı hayvanlarla pek çok ortak noktaları vardır. Belli bir avlanma sahaları vardır ve mecbur kalmadıkça bu yırtıcı hayvanlar birbirlerinin alanlarına müdahalede bulunmazlar.

Bu kafakola alma sisteminden bir şekilde kurtulan ya da önceden belli bir edebiyat çetesine dâhil olmasına rağmen artık dokunulmazlık elde edebilecek kadar çok ve her kesimden yeterli sayıda okurun ilgisine mazhar olmuş şair ve yazarlar her dergide şiir yazı yayımlatabilme, her kitabevinde kitaplarını rafların ön sıralarında sergiletebilme, bütün gazetelerin kitap eklerinde kitabını tanıttırma hakkına sahip olabilirler. Bu şair ve yazarlar hiçbir zaman içinden çıktıkları edebiyat çetesine karşı bir harekette bulunmadıkları gibi diğer edebiyat çetelerine karşı da çok ağır bir suçlayıcı hareket içinde olmazlar. Sade suya tirit yazılarla, ne şiş yansın ne kebap anlayışıyla herkese gülücükler dağıtarak kitaplarını pazarlarlar. Omurga sahibi bir eleştiri yazdıkları görülmüş değildir. Meselesi olan bir kitap yazdıkları vâki değildir. Bu yüzden sağdan soldan tüm dergiler kendilerine açıktır. Kendilerine sayfalarını açan her edebiyat çetesinin dergisinde şiir, yazı, söyleşileri yayınlanır. Omurgasızlıkta o derece çağ atlamışlardır ki cemaat gazetesinden söyleşi teklifi gelse ona bile hayır diyemezler. Hatta yıllarca bir cemaat gazetesinde köşe yazmalarına rağmen hâlâ sol çevrelerde saygın bir yere sahip olurlar. (Bu konuya daha sonra ayrıntılı olarak değineceğim.)

Edebiyat çetelerinin en acınası edebiyatçı tiplerinden biri de gençliğinde ucundan köşesinden "solculuğa bulaşmış" olan şair yazarlardır. Bir şekilde kendilerini bir sendikanın danışmanlığına, sol görünümlü ana muhalefet partisinin kültür sanat kurullarına, belediyelerin kültür sanat bürolarına atmışlardır. Oralardan beslenirler. %0.001 oy alan radikal sol partilerin dergi ve gazetelerinde günlük ya da haftalık yazarlar. Radikal solcu dostlarıyla çöktükleri rakı sofralarının hesabını CHP'li belediyelerin kültür dairelerine yıkmakta oldukça mahirdirler. Sendika hesabından yine sendikaların sahil kasabalarındaki sosyal tesislerinde de aynı yoz hayatı sürdürürler. Herhangi bir emekçi kahvehanesinde 15 dakika siyasi konuşma yapıp da emekçilerden dayak yemeden oradan çıkabilme ihtimalleri olmadığı için sadece kapalı devre “radikal solcu elitler”in toplantılarında atıp tutarlar. Çıkardıkları dergilerin baskı maliyetini sözde solcu belediyelerin kültür sanat dairelerine havale etmek konusundaki başarıları yüzünden o sol parti o belediyeyi kaybedene kadar batmadan çıkabilen edebiyat sanat dergileri çıkarırlar. Bu yüzden "dergi emekçisi" ayaklarına yatarak ölene kadar edebiyat camiasında hüküm sürebilirler.

Bu küçük edebiyat çeteleri yurt dışında da etkindirler. Yurt dışında yeni türeyen herhangi bir sanatsal akımın Türkiye acenteliğini kimselere kaptırmadan alırlar ve hakkıyla da yaparlar. Bir köpek çobanına karşı ne kadar sadık ise bunlar da emperyalist kapitalist sistemin kültür odaklarına o derece sadıktır. Bunlar için en uygun adlandırma "emperyalizmin tasmasız köpekleri" olacaktır. Bu sayede kitapları yabancı dillere çevrilir. Emperyalist kapitalist sistemin kültür odaklarının Türkiye acenteliğini yapmakla mükellef bu kimselerin kitapları yine bu odakların yetişmiş elemanları tarafından yabancı dillere çevrilir, emperyalistlerin kurduğu birtakım sözde vakıflar tarafından fonlanan yayınevlerinden kitapları basılır. Uyarına gelirse birkaç edebiyat ödülü de verilerek emperyalizmin ülkemizdeki kültür acenteliğini yapan şair, yazar ve sanatçılar "onurlandırılır." Onlar da üzerlerine düşen vazifeyi emir eri sadakatiyle icra etmeye devam ederler. Daha önceden emperyalizm tarafından devşirilmiş bir şair, yazar çetesine giren genç bir şair-yazar da o çetenin imkânlarından yararlanır. Çetenin ve emperyalizmin emirlerine gösterdiği sadakat oranında o da "onurlandırılır." Böylece nesiller boyunca süren bir komprador aydınlar kuşağı yaratılır. Basın yayın organlarında istihdam edilen bu komprador aydınlar sayesinde halk yönlendirilir. Emperyalizmin politikalarına karşı gelmeyen yahut en azından tepki göstermeyen bir ahmaklar toplumunun yaratılması için ne gerekiyorsa yapılır. 

"Türk aydını kültür emperyalizminin ajanı durumuna düşürülmüş, üreticisiyle bağları koparılmış. Aslında kozmopolit kıyı şehirlerindeki levanten kompradorları nasıl emperyalizmin ekonomik ayakları ise, yine bu şehirlerde üstelik o levanten kompradorlarla aynı hayatı paylaşan aydınlar kültürel ayakları olmuşlardır." (Attilâ İlhan, Hangi Batı,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mart 2017, İstanbul, s 209) Attila İlhan, bu yazıyı kim bilir ne zaman keleme aldı, kaç yıldır aynı kafakola alma mekanizması işlemeye devam ediyor, komprador aydınlar edebiyatımızı ve genel olarak kültür dünyamızı zehirliyor. Bakınız bu konuda Cemal Süreya şöyle diyor: "Türkiye'de birtakım sanat klikleri adamlarını yabancı ülkelerde tanıtma bakımından bazı imkânlara daha fazla sahiptir. Türk edebiyat ve sanatını aile albümüne çevirmekten haz duyan bazı çevreler dışarıya karşı edebî değerin hem yapımcısı hem de ihracatçısı olmayı, daha doğrusu böyle görünmeyi başarmıştır. Oysa bunların karşısındaki gruplarda bu olanaklar fazla yoktur." (Cemal Süreya, Papirüs'ten Başyazılar, YKY, 2015, s88) Ne kadar da demokratik bir cangıl, değil mi? Afrika savanalarında hüküm süren vahşi sırtlan sürüleri bile bu edebiyat çetelerinin yanında daha demokratiktir. Yıllar geçiyor, devran dönüyor, ama aynı isimler hâlâ kültür ve edebiyatın başköşesinde kalmaya devam ediyor.

Herhangi bir etnik kimliği ya da mezhebi öne çıkararak onun üzerinden edebiyat ve sanat piyasasına dâhil olmak da oldukça etkin bir yöntemdir. Herhangi bir etnisitenin milliyetçisi olmanız, o etnik gruba dâhil olan insanların faydalanacağı birtakım fırsatlardan tam zamanlı olarak yararlanmanızı sağlar. Bölücü bir terör örgütü emir verdiğinde bildiri yazıp imza attığınız anda o etnik kökenin etkin olduğu dergi, gazete ve internet sitelerinde kitaplarınız tanıtılır, onlara ait kitabevlerinde kitaplarınız ön raflara taşınır. O etnik kökenin siyasetini yapan partinin politik desteği ve baskısı ile kültür sanat ortamlarına etnik bölücü kontenjanından dâhil edilirsiniz. Aynı durum mezhep çeteleri için de geçerlidir. Herhangi bir mezhebin kültür sanat alanındaki temsilcisi olmak, o mezhebin kültür sanat çetesinin azılı bir mensubu olarak piyasada bilinmek pek çok kapıyı size kolayca açar. Ortaçağ'dan kalma toplumsal kurumlardan biri olan mezhep yapılanmalarının 21. Yüzyılın kültür ve sanatına egemen çeteler hâline gelmesi günümüzde aydın sayılan kimselerin ne kadar acınası bir durumda olduklarının da açık bir yansımasıdır. Mezhepçilik dinsel ve siyasal bir pisliktir, bu çetenin mensupları o dinsel ve siyasal pisliği sanata da bulaştırmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. 

Mafyokratik edebiyatın neoislamcı kanattan şair ve yazarlarının durumu da çok farklı değil maalesef. Sırtını Türkiye şartlarında ortalamanın üzerinde mürit sayısına sahip bir cemaat ya da tarikata dayayan İslamcı bir şair ve yazarın sırtı yere gelmez. Bastırdığı her kitabın 2., 3. baskıları görmesi neredeyse garanti altındadır. Cemaat, tarikat şeyhi bu kitap okunacak dedikten sonra hangi mürit ona muhalefet edebilir? İkinci yol ise iktidardaki İslamcı partinin şeksiz şüphesiz yandaşı olmaktır. Hem makbul bir cemaat-tarikat hem de İslamcı iktidar partisiyle sağlam bağları olan şair yazar ise krallığını ilan etmiş sayılabilir. İktidara yakın gazetelerde maaşlı köşe yazarlığı, iktidar belediyelerinin kültür sanat etkinliklerinde her türlü masrafı belediyenin kültür dairesi tarafından karşılanan edebiyat etkinlikleri onun hizmetine sunulur. Kitapları iktidar belediyeleri tarafından satın alınıp okullara bedava dağıtılır. Belediyelerin düzenlediği kitap fuarlarında adı parlatılır. Ayrıca İslamcı bir edebiyat-sanat dergisi çıkararak derginin bütün maliyetini iktidardaki İslamcı partinin belediyesine yıkanları da vardır. “Bunlar hangi dergiler?” diye soranlar, herhangi bir kitabevine girip dergi rafına gitsin, oradaki İslamcı edebiyat dergilerini alıp baksın, arka kapak ilanını hangi belediye vermiş, kapağın iç bölümlerindeki ilanlar hangi belediyeden gelmiş bir bakıversin. Gerçeği görür. Bir sonraki ay yine aynı dergilerin kapaklarını kontrol etsin. Kombine reklam veren belediyeleri de bir görsün. Ne anlatmak istediğimiz o zaman daha net anlaşılacaktır. Kısacası İslamcı camiada da mafyokratik edebiyatın biat-haraç sisteminden farklı bir düzen göremeyeceksiniz.   

Şiir ve yazılarını dergilerde yayınlatmak isteyen genç şair ve yazarları acımasız bir çark bekliyor. Tam anlamıyla bir biat-haraç düzenidir bu. Mafyokratik edebiyat, sistemin devamlılığını sağlamak için doğal olarak sistemin içine yeni genç şair yazarlar sokmak zorundadır. Fakat bunun için bir takım kafakola alma taktikleri ve biat-haraç mekanizmaları işletir. Nasıldır? Anlatalım: Öncelikle dâhil olmak istediğiniz edebiyat çetesinin dergisine sosyal medya hesapları üzerinden takipçi olursunuz. O derginin sosyal medya hesaplarında paylaşılan içeriklerinin altına övücü yorumlar yaptıktan sonra siz de kendi sosyal medya hesabınızda paylaşırsınız. Sonra da uygun bir vakitte dergiye abone olursunuz. Bir yıllık abone ücretini peşin olarak yatırdıktan sonra her türlü imgesel sabuklamanız şiir diye, her türlü serbest çağrışım denemeniz özgün bir hikâye diye, her türlü sade suya tirit kitap tanıtım yazınız derin ve entellektüel eleştiri diye basılır. Siz sağ biz selamet! Kitap mı bastırmak istiyorsunuz? Aynı haraç mekanizması işliyor. Tek fark var. 5250 liralık (10.01.2019 fiyatlarıyla) baskı ücretini verdikten sonra her türlü kitabı bastırıp kitap fuarlarında imza günleri bile düzenleyebilirsiniz. 

Genç bir şair-yazarsınız, şiir piyasasında sizi tanıyan kimse de yok, kendinizi piyasaya tanıtmak istiyorsunuz. İşlem çok basit. Çöpe atılacak 10 bin liranız varsa o iş çok kolay. Öncelikle amacınıza hizmet edecek sizin gibi genç ve ahmak olan 20-30 şair adayını bir çatı altında topluyorsunuz. Sonra saman kâğıdına basılan 32 sayfalık bir şiir dergisi çıkarıyorsunuz, haklı olup olmadığınızı hiç önemsemeden sizden önce gelen şairler kuşağına acımasız bir eleştiri meydan savaşı başlatıyorsunuz. Öyle sözler ediyorsunuz ki bu şairlerden birini sokakta görseniz kanlı bıçaklı kavga çıkacak. Sonuçta saman kâğıdından 32 sayfalık derginiz birinci yılını doldurmadan batıyor; fakat sizin saldırdığınız şairlere düşman olan diğer şairler ile sarsılmaz bir amaç birlikteliği kuruyorsunuz. Artık o çetenin bütün yayın organlarında şiirleriniz-yazılarınız basılabiliyor. Ayrıca dergi batarken "Filanca şair kuşağının kurduğu faşist kanona ve şiiri yozlaştıran adaletsiz düzene şöyle direndik efendim, böyle direndik efendim; ama yine de sürdüremedik. Edebiyat ortamı, filanca kuşağı eleştiren bir derginin varlığına tahammül edemiyor, farklı seslere izin vermiyor." diye ağlaşarak sade suya tirit solculuk da yaptınız mı tadından yenmez olur! Adı sanı bilinmeyen genç şairler! Mafyokratik edebiyat sirkine hoş geldiniz!

Mafyokratik edebiyatın devamlılığını sağlama konusunda büyük bir işlev üstlenen ödül mekanizmasındaki yozlaşmanın boyutlarını görmek isteyenler kısa bir Google taramasından sonra oldukça ilginç verilere ulaşabilirler. Bir edebiyat ödülünü 30 yıllığına kiralayan yayınevlerinden tutun, jürisinde olduğu ödülü alan jüri üyelerine kadar geniş bir yelpazede dehşetengiz ve iğrenç ödül hikâyeleri bulacaksınız. Emin olun ki o yazılarda anlatılanların tamamındaki "kişi ve kurumlar tamamen gerçektir." Günümüzdeki ödül mekanizmasının çıplak gerçekliğini anlatan bir roman yazsak "gerçek dışı edebiyat, bilim kurgu" türü başlığı altında değerlendirilir. Bu faslı fazla uzatmayacağım, dileyenler bu konu hakkında diğer yazarların yazdıklarını uzun uzun okuyup hayretler içinde kalabilirler. Ben kendime yetecek miktarda okuyup hayretler içinde kaldım, siz de kalın, şifalı oluyor. 

SONUÇ  

Ey okur! Edebiyat camiasındaki bu çeteleri ve bu çetelerin elebaşlarını iyi tanı! İrin dolu yazılarıyla senin körpe bilincini yozlaştırmalarına izin verme! Edebiyat çetelerinin ürettiği mafyokratik bir edebiyatın uysal kölesi olma! Eşek eşeğin sırtını ödünç kaşır anlayışıyla kapalı devre çete ilişkileriyle verilen edebiyat ödüllerine itibar etme. Omuzlarının üzerinde kendi kafasını taşıyan özgür bir birey, hür bir yurttaş ol! 

Ey şair-yazar! "Aman şiirim, yazım bir dergide yayınlansın da ne olursa olsun!" deme! Edebiyat çetelerine dâhil olup da zihnini, bilincini, beynini kiraya verme! İki üç ödül alacağım, elime ödül verecekler diye ciğeri beş para etmeyen sözde edebiyat otoritelerinin önünde diz çökme, köpekleşme! Çok okunup da mafyokratik edebiyatın düzeninde önemsiz bir çark olacağına az okunup özgür bir edebiyatın münzevî şair yazarı ol! Omuzlarının üzerinde kendi kafasını taşıyan özgür bir birey, hür bir yurttaş ol!

Bu mafyokratik edebiyatın çürümüş ilişkiler örüntüsünü yıkıp parçalamak ve onun yerine daha âdil, daha özgür bir edebiyat düzeni ikame etmek için hayatımızı ortaya koyarcasına bir devrimci mücadele vermek zorundayız. Yoksa özgürlüğümüze kasteden bu emperyalist-kapitalist sistemin kültür sanat camiasındaki uzantıları kazanacak. Onların kazanmaması için topyekûn bir başkaldırı ve örgütlü bir edebî isyanı ateşlemek şarttır. Yoksa bu mafyokratların düzeni böyle sürüp gidecektir.

Yukarıda gerekçelerini sunarak özetlediğim "mafyokratik edebiyat" yapılanmasının içinde bir çark olmayı reddediyorum. Bağımsız ve özgür bir yazar olmanın olanaklarını yaratmak için mücadele etmeye başlıyorum. Bu kişisel isyanın kitlesel anlamda bir karşılığının olmadığını biliyorum. Bu yüzden "reddediyorum."

REDDEDİYORUM!

1. Mafyokratik edebiyatın kafakola alma mekanizmalarının içinde herhangi bir çark vazifesi görmeyi, birtakım edebi güç odaklarının menfaati uğruna aklımı kiraya vermeyi, düşüncelerimi başkalarının alçak emelleri uğruna yok saymayı reddediyorum.

2. Kendi bütçemden para ayırarak kitap bastırmak zorunda bırakılmayı, nakit paran kadar kitap bastır anlayışını, bu anlayışı meşrulaştıran mevcut ekonomik, kültürel ve politik ortamın baskılarına boyun eğmeyi reddediyorum. 

3. Kitaplarımı bastırarak bir şekilde okurla buluşturmak için herhangi bir tarikata, cemaata, siyasi partiye, sendikaya, sol örgüte, emperyalizm destekli Gladyonun kültür odaklarına boyun eğmeyi, onların kadrolu kültür ajanı olmayı reddediyorum. 

4. Şiir ve yazılarımı yayınlatabilmek için edebiyat dergilerine abone olma şartının ileri sürüldüğü mevcut edebiyat dergilerinin çürümüş basım yayın çarkına dâhil olarak sırf bir dergiye abone oldum diye şiir ve yazılarımın o dergide basılmasını reddediyorum. 

5. Saman kağıdından bol renkli dergiler çıkarıp körpe ergen bilinçlerin duygusallığını sömürerek kafe zincirleri açıp rezidans sahibi olan sözde solcu zerzevatın edebiyat camiasındaki mutlak hakimiyetini reddediyorum. 

6. Sırf kendi adımı parlatmak için birkaç yıl içinde batacağı kesin olan, sadece kendi kaynaklarımdan beslenen bir edebiyat dergisi çıkararak o dergide edebiyat ortamında gündem yaratacak sansasyonel yazılar kaleme alıp yapay gerginlikler çıkarmayı reddediyorum. 

7. Kimsenin gelip şiir kitabı satın almadığı bir sosyolojik ortamda düzenlenen kitap fuarlarında dört saat bir imza masasında dikilip her seferinde en fazla 3 tane şiir kitabı imzalayarak evime yine ellerim bomboş dönmeyi reddediyorum.

8. Genç bir şair yazar olarak edebiyat ortamında adımı duyurana kadar bir ağabeyin, bir ustanın, bir üstadın emir erliğini yaparak, onun hizmetkârı ve kadrolu övücüsü olup uşaklaşmayı reddediyorum. 

9. Gazetelerin, edebiyat dergilerinin, edebiyat üzerine yayın yapan internet sitelerinin yazı ve şiirlere herhangi bir ücret ödemeden (telif) bunları alıp yayınladıktan sonra gelirlerinden gelen parayı yazarlarla paylaşmamasını reddediyorum. 

10. Kerameti kendinden menkul editörlerin sizin yazınızı kesip biçip kuşa çevirdikten sonra sanki ortaya çıkan bu kuşa çevrilmiş yazı size aitmiş gibi yayınladıkları editör sultası düzenini reddediyorum. 

11. Kapitalist-emperyalist kültürel iktidar odaklarının etki ajanı olarak çalışmayı kabul etmenin karşılığı olarak bütün kültür-sanat mecralarında tanıtılmayı, övülmeyi, okura dayatılmayı, buna karşılık olarak da kültür-sanat ortamlarında kullanışlı bir aptal sıfatıyla sahibinin sesi olmayı reddediyorum.  

12. Şair-yazarların birbirlerini desteklemek için çete benzeri yapılanmalar içine girerek sadece birbirlerinin yazı ve şiirlerini öne çıkaracak bir biçimde konumlanmasını, edebiyat-sanat ortamındaki bu çete düzenini reddediyorum.

13. Ömründe tek bir gün dahi ücretli bir işte çalışmamış olmasına rağmen solculuktan geçinen şair ve yazarların işçi sınıfının içinden çıkıp gelmiş has emekçi şair ve yazarları yok saydıkları bir sahte solcu edebiyat düzenini topyekûn reddediyorum. 

Bunlar ve bunlara benzer pek çok gerekçeye dayanarak ana akım edebiyat dünyasındaki tüm faaliyetlerimi sonlandırıyorum. Yer altına iniyorum.