5 Kasım 2014 Çarşamba

''BU ROMAN O KIZ OKUSUN DİYE YAZILDI'' BAĞLAMINDA ENVER AYSEVER ROMANINA MİNİMAL BİR BAKIŞ


Enver Aysever bu romanında Müslüman bir genç erkek ile Yahudi bir genç kız arasındaki imkânsız aşkı anlatmış. Hikâyenin özetini ayrıntılarıyla vermenin bir manası yok. Üstelik bu durum okuru o romanı okumaktan da uzaklaştırıyor. Kimse hikâyesini bildiği bir romanı sırf hikâye nasıl anlatılmış diye okumaz. Bu yüzden burada romanın özetini vermeyeceğiz. Sadece eleştiri ile ilgili kısımlar ayrıntılara değinilmeden verilecek.

Daha romanın adından başlayarak bir çoksatar klasiği okuyacağımız konusunda emin oluyoruz: Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı! Son zamanlarda adında ‘aşk’ geçen çoksatar romanlardan görünmez oldu kitabevi rafları. Aşk bir sözcük olarak yer almasa da yazar yine de içinden aşk geçen bir ad koymuş romanına. Diğer sığ çoksatarlar gibi doğrudan ‘aşk’ sözcüğü geçmese de idrak yolları enfeksiyonundan mustarip olmayan her okur bu romanın adına içkin ‘aşk’ sözcüğünü kavrayabilir diye düşünüyorum.

Kitabın kapak tasarımı gerçekten çok güzel. Editörü kutluyorum; ancak arka kapaktaki yazar fotoğraflarına genel bir antipatim olduğunu da söylemek istiyorum. Bu ülkede gündemi takip eden her duyarlı vatandaşın ismine de cismine de vakıf olduğu Enver Aysever’in gülen yüzü arka kapakta ‘olmasaydı da olurdu.’ Örneğin ön sayfada yazarın soyadındaki ‘s’ harfine eklenmiş gözlük çok zarif, Aysever’i az çok tanıyan, onun kitaplarını takip eden okur için arka kapaktaki resimden daha fazla şey anlatıyor bu küçücük gözlük. Arka kapakta yer alan şiir de güzel bir fikir. Sabuklamalı çoksatar arka kapak yazılarından gına gelmişti artık. Bu haliyle arka kapak şiiri 30’lu, 40’lı yıllardaki hece şiirimize (içeriğine binaen), nasıl söyleyelim, Saba’nın, Tarancı’nın, Dıranas’ın şiirine ve genel olarak Türk şiir geleneğine bir saygı duruşu gibi.

Romanda kullanılan üçüncü kişi anlatıcı hikâyeyi samimiyetsizleştirmiş. Tanrısal bakış açsı hikâyenin insancıl özünü almış. Okur olaylarla, kahramanların yaşam deneyimleri ile empati kuramıyor, bu yüzden kahramanlar bizim yani okurun yaşadığı mekanlarda yaşayan, bizim yani okur gibi gülen, seven, nefes alan; fakat bizden ayrı yaratıklar gibi görünüyor bize.

Son dönemde çoksatar listesine hızlı giriş yapan tüm romanlarda bariz bir sığlık var. Aynı olguyu bu romanda da gözlemliyoruz. Ortalama okura hitap eden bir roman bu. Cümleler herhangi bir deneme yazarının rahatlıkla kurabileceği cümleler. Türkiye’de yazılan çoksatarların hemen hemen tamamında denemesel bir dil kullanılıyor, bu romanlar denemeye monte edilmiş hikâyeler, yaşamsal parçacıklar biçiminde bir araya getirilmiş manifaktür ürünler gibi. Parçalı bütünlü bir yapısı var romanın. Bir de romanın muhtelif yerlerinde ergen zekâsına hitap eden özgün ve şiirsel çağrışımlar içeren ‘’özlü sözler’’ var. Birileri çıkıp yazarlarımıza aforizma yumurtlamadan da iyi roman yazılabileceğini anlatmalı artık.

Çoksatar romanlardaki bu parçalı bütünlü yapıya başka bir açıdan bakarsak söyle diyebiliriz: Bu durum kitabı okutmak için adeta bir zorunluluktur. Uzun iş saatleri ve metropolde işe gidip gelmek için trafikte geçirilen süre dikkate alındığında okurun otobüste, metroda rahatça roman okuyabilmesi için sayılarla belirlenmiş bölümler olmalı ve bu bölümler beşer altışar sayfalık kısa bölümler halinde yazılmalı. Yirmi, yirmi beş, otuz sayfalık kendi içinde bir bütünlüğe sahip bölümleri bu kısa zamanda bitirmek mümkün değildir ve okur kaldığı yerden romana devam etmek zorunda kaldığında önceki bölümleri unutmuş olur. 21. Yüzyılda metropol insanına roman okutabilmenin belki de tek yolu bu küçük, kısa ve akıcı bölümlerdir. Çoksatar yazarları bu toplumsal yaşam pratiğinden hareketle romanlarında kurguya ve akıcılığa romanın diğer unsurlarından biraz daha fazla önem veriyorlar.

Cümlelerde sıfat ve zarf kullanımları oldukça dikkat çekici. Aşırı derecede kullanılan bu sıfat ve zarflar okuru hikâyeden koparıyor. Evet, yazarın ‘edebiyat yapmasını’ sağlıyor kaba bir tabirle söylersek; fakat bu oranda aşırı bir sıfat, zarf kullanımı akıcılığı zedeliyor. Okurun anlamsal bağlamı kafasına oturtmasını engelliyor bu. Ve aşırı derecede imge kullanmış yazar. Bu oranda imgesel bir anlatı dili kurmanın roman türü bağlamında oldukça tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Enver Aysever şiir mi, roman mı, şiirsel roman mı, denemeye montalanmış parçalı bütünlü romansal bir özgün anlatı mı yazacağına karar vermeli bence. Aynı teklifi tüm çoksatar romancılarımıza da yapıyorum tabii ki.

Zor çözülür imgesel zincirleme isim tamlamaları kullanıyor yazar. Dilbilgisinin yazara tanıdığı imkânları yazarın ölçülü bir biçimde kullanması romana değer katar, roman sanatında başyapıta giden yolu açar; fakat bunların dengeli bir biçimde kullanılmaması romanı sıkıcı bir hale getirir. Enver Aysever’in bu imkânı başyapıta uzanan yolda kullandığını söylemek maalesef çok zor. Yazar dilbilgisinin tanıdığı imkânlardan faydalanırken aşırıya kaçıyor ve bu imkândan kararınca faydalanamıyor. Bu durum okurda romanın yapay bir dil ile yazıldığı yönünde bir izlenim bırakıyor.

Postmodern anlatıların tamamına yakınında yazar da romanın bir parçasıdır, hatta romanın bir kahramanıdır. Bu romanda da muhtelif bölümlerde romancı görünür bir hal alıyor. Postmodern anlatı için kusur olarak kabul edilmeyen bu olgu, söz konusu Ahmet Mithat Efendi romanları olunca neden acemilik olarak adlandırılır?  Enver Aysever bazı bölümlerin sonunda ‘romancı’ kimliği ile sahneye çıkıyor. Peki, iyi mi oluyor? Meze olarak evet; fakat ana yemek olarak kimsenin karnını doyurmuyor, estetik bir haz vermiyor.

Romanda dinler arası bir imkânsız aşk anlatılıyor. İstanbul’da genç bir Müslüman erkeğinin Yahudi bir kıza âşık olma ihtimali yüzde kaçtır? Son dönemde yazılan çoksatar romanların hemen hemen tamamında etnik kimliklere değiniliyor. Farklı din, dil, ırk, cinsiyet, (kadın, erkek, LGBTİ) ve siyasi görüşlerden bireylerin yaşamları anlatılıyor. Sinemamızda da bir çok kültürlülük sevdası almış başını gitmiş. Nedir bu çok kültürlülük propagandası? Çok kültürlülükle derdi olan faşizanlardan değiliz; fakat Türkiye gitgide dünyadan soyutlanan, içine kapanık bir tek kültürlü ülke haline getirilirken sanatçımızdaki bu sanal çok kültürlülük sevdasının sebebi nedir? Küreselleşen dünyada sanatsal platformlarda propagandasına kısmi bir oranda izin verilen çok kültürlülük devrimci demokratik bir yaşam pratiği içinde biçimlenen çok kültürlülük değildir. Bu çok kültürlülük emperyalizmin dayattığı bir çok kültürlülüktür ki bunun böylesi ezilen dünyanın ulus devletlerinde kabuk tutmuş yaraları kaşıyıp kanatmaktan, yeni yeni yaraların açılmasını sağlayacak nefret ortamını üretmekten başka bir işe yaramaz. Emperyalizmin çok kültürlülüğü yapay güdüleyicilerin etkisiyle nefret ortamı yaratan bir kültürel ideolojik aygıttır.

Türk ve Müslüman bir genç erkek ile Yahudi bir kız arasındaki imkânsız aşkın tüm sosyolojik ritüelleri eksiksiz bir biçimde tamamlanıyor romanda. Toplumsal yobazlığımızın en temel davranış örüntülerini görüyoruz. Her iki aile de iki âşık gencin durumundan rahatsızdır ve bunun yüzünden de gençlere acı çektirirler. İmkânsız aşkın temel ritüellerinden biri olan mektupla haberleşme bir melodram klasiği olarak romandaki yerini alır. Eda’nın ve Kahverengi Pardesülü Genç’in ağzından yazılan mektuplar anlatının eksik kalan kısımlarını tamamlar. Roman içinde kullanılan mektup anlatının uzamasını engelleyen bir hızlı çekim tekniği olarak kurgunun içinde yerini alır. Mektuplar Aysever’in kullandığı sarmal kurgu ile uyum sağlamaktadır; fakat mektupların dilinin akıcılığı ve özgünlüğü sıkıcılığı engeller. Mektuplar romana nefes aldırmıştır. Aforizmalarla dolu bölümlerin arasında birinci kişinin ağzından anlatılan bölümlerin varlığı romanın hayata tutunan parmak uçları olmuş.

Uçurtma haline gelen pardösü romanda bir arketip olarak kullanılmış. Birkaç bölümde Kahverengi Pardösülü Adam’ın pardösüsü de uçurtma haline gelmektedir. Âşık gencin Bal Rengi Gözlü Kız’a (Eda) yazdığı şarkının sözlerinde de uçurtma haline gelen pardösü arketipi karşımıza çıkar.

Yazarın romanda dinler arası bir aşkın yarattığı sorunlara değinmesini doğru buluyorum; fakat daha önce beyaz perdeye yansımış bir dinler arası imkânsız aşkı izlemiş olmak hikâyeye ilgimizi azaltıyor. Uzak İhtimal adlı filmde de işlenmiş bir konuydu bu ve belki de bu bakir konu o filme ödül getirmişti. Aynı başarıyı Enver Aysever’in bu romanda yakalayacağını söylemek mümkün müdür? Bence mümkündür; çünkü Orhan Kemal’in dünya görüşü ve sanat anlayışı ile uzaktan yakından bir alakası olmayan romancılara Orhan Kemal Roman Ödülü verilen ülkemde, Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aşmış bir Enver Aysever yeni romanı ile 2015 Orhan Kemal Roman Ödülü’nün muhtemel favorilerinden biridir. Bütün bunlar bir yana her ikisi de modern hayata eklemlenmiş, biri Türk diğeri Yahudi iki ailenin çocukları arasındaki masum aşka en barbarca karşılıkları vermelerinin eleştirilmesi romanın kuvvetli yanını teşkil ediyor. İki modern aile konu dinler arası aşk olunca birden mağara adamlarından daha barbar bir hale gelebiliyor. Son dönemde yazılan çoksatar romanlar dikkate alındığında toplumsal gerçekliğe yönelik bu kadarcık bir eleştiriyi dahi nimet bellemeliyiz diye düşünüyorum. (Edebi eserleri bu yargının dışında tutuyorum. Edebi eserler için bu yargıyı dillendirirsem Selçuk Altun Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme romanındaki hikâye ile lafı ağzıma tıkar kanımca!)

Olaylar Kadıköy, Beyoğlu, Taksim, Büyükada, Göztepe çevresinde geçiyor. Bu durum oldukça önemli; çünkü son dönem çoksatar romanlarında İstanbul’un elit çevrelerinin yaşamı oldukça revaçta. İstanbul’un lümpen burjuvazisini anlatan bu romanlar 21. Yüzyılın Türkiyeli kent insanına ne söylüyor? Emekçi kesimlerin önemsiz yaşamlarının değersizliğini anlatıyor. Yok mudur emekçilerin yaşamlarında çoksatar romanlara konu olabilecek yaşamsal unsurlar? Vardır elbet; fakat çoksatar roman piyasasında para etmiyor.

Romanda Beyoğlu ve onun yirmi dört saat uyanık olan çevresi romanın belirgin bir kahramanı haline gelmiştir. Beyoğlu’nun barları, günün her saatinde hıncahınç dolu olan sokakları romanın temel kahramanlarından biri oluyor. Romanda Beyoğlu yaşayan bir canlı varlık gibi anlatılmış, romanın bir parçası haline gelmiştir.

Romanda genç bir erkek, genç bir kadın ve de bir aşk var. Bu denklemin çözüm kümesinin olmazsa olmazı sevgili uğruna girilen kavgadır. Mekân da Özal devri devrimci soslu bir bar ise ağzın burnun dağıldığı bir bar kavgasına girmek yüksel promillerde farz olur. Çürümüş devrimcilerin bar ve meyhane halleri Türk romanında dillere destan olmuştur. Aysever’in de her devirde piyasası olan bu konuyu kullanmasından daha doğal ne olabilir?

Kahverengi Pardösülü Adam, Kahverengi Pardösülü Genç’ten evrilerek bu aşamaya gelmiştir. Kısa süreliğine yolu devrimcilikten geçen her genç gibi seksenlerin standart ‘loser’ özelliklerini göstermektedir; fakat yaşadığı imkânsız aşk deneyimi yüzünden kendine özgü bazı farklılıklar da göstermektedir. Barda şarkıcılık, magazin gazeteciliği, felsefe hocalığı yapmıştır. Seksenlerde loser’lık yapmış her birey gibi meyhane temel uğraklarından biridir. Kahverengi Pardösülü Adam ölümü beklemektedir. İnançsız bir bireyin ölümle mücadelesi oldukça zor ve çetrefillidir. Kahverengi Pardösülü Adam’ın inancı da inançsızlığı da yarımdır. Bu yüzden ölüme doğru ilerleyen bedeni ve bilinci ölüm olgusunu yaşama korkusuyla tedirgindir. Onun sorunu inançsız olması değil imansızlığının dahi yarım yamalak, tecrübi bilgilere dayanıyor olmasıdır. Kahverengi Pardösülü Adam bir kaybedenin (loser) ihtiyarlık halidir, kaybedence bir ölümün öznesidir.

Romanda tanrı ve tanrısızlık meselesi üzerinde uzunca duruluyor. Kahverengi Pardösülü Adam’ın âşık olduğu Eda’nın tanrısızlığı, yaşadıklarını kabullenememesinden kaynaklanıyor. Eda bu kâinatı yaratan bir tanrı varsa eğer ona yaşattıkları yüzünden ondan nefret etmektedir. Hem Müslümanların hem de Yahudilerin tanrısına inananların hoşgörüden bu kadar uzak insanlar olması hem Eda’yı hem de Kahverengi Pardösülü Adamı tanrıdan uzaklaştırıyor. Romanda aşk ve âşık olmak kutsallaştırılırken tanrı ve tanrıya inananlar yerin dibine batırılıyor. Romancı burada haksız değildir, hoşgörüye sahip olmadan bir dine bağnazca inananlar yüzünden içinde yaşadığımız dünya (romanda genç âşıkların dünyası) tam manası ile bir mezbahayı andırıyor.

Roman kahramanları arasındaki cinsel yakınlaşmanın anlatıldığı bölümlerde kullanılan imgesel dil cinsel birleşmenin insancıl özünü aktarması bakımından başarılı bir teknik. Son dönem çoksatar romanlarında anlatılan cinsel ilişkilerle karşılaştırdığımda bu romandaki bölümü kusma hissine kapılmadan, hatta estetik bir haz alarak okuduğumu söylemeliyim. Romanda genel olarak kullanılan imge ağırlıklı şiirsel dil burada sırıtmıyor, hikâyeye uyum sağlıyor.

Romanda Türk şiirinin küçük iskender’den önceki en erotik şairi olan Cemal Süreya’nın şiirlerinden yapılan alıntılar hikâye ile kusursuz bir uyum içinde kullanılmış. Aysever’in romanının konusu ile bu şiirler oldukça uyumlu. Şiir romana soluk aldırıyor adeta. Bu bağlamda romanda kullanılan imgesel dil bizim için değişik bir anlam kazanıyor. Kahverengi Pardösülü Adam’ın cebinden eksik olmayan Sevda Sözleri ve o kitaptan yapılan alıntılardan hareketle romanda kullanılan imgesel dil ile Cemal Süreya şiirlerinin manidar bir ilişki kurduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada romanda kullanılan imgesel dili bir açıdan hoş görmeye başlayabiliriz.

''Yoksulluğun bizi eşitlemesini sevdim.’’ Romanın şah beyti! Yoksulluğun bizi eşitlediği günlerde değil de varsıllığın bizi onurlu insanlar gibi yaşattığı bir yüzyılda, o varsıllığın keyfini kardeşçe çıkarabilmenin hazzıyla kendimizden geçmek istiyoruz! 50’li yıllardan itibaren Türk toplumsal yaşamının ve ‘şehir planlamacılığının’ en güzide icadı haline gelen gecekondu olgusuna da değiniliyor romanda. Özellikle ‘yoksulluğun insanı eşitlemesi’ bağlamında düşünüldüğünde gecekondu olgusu ilkel feodal bir komün olarak tanımlanabilir. Genç âşıkların kendilerini nispeten daha özgür hissettikleri ve ilk cinsel deneyimlerini yaşadıkları yer de bir gecekondu mahallesindedir. Eda’nın kendisini yanında rahat hissettiği tek kadın olan Seher, bir gecekondu sakinidir.

Romanda bazı bölümlere yerleştirilmiş siyasi çağrışımlar içeren bölümler bir nebze de olsa romanı sığ bir aşk romanı olmaktan kurtarmayı başarıyor. Dönemin siyasi gerçekliğine değinen bölümler romanı o dönemin Türkiye’sinin gerçekliğine bağlıyor. Bu kadarı yeterli mi? Sanmıyorum. Roman en siyasi edebiyat türüdür. Hatta roman siyasi bir sanattır, tıpkı sinema gibi. Roman sanatında anlatılan hikâyeden, kahramanlarına kadar; kurgudan roman diline kadar her yerde siyasi-ideolojik bir tutum vardır. Aysever’in romanında da özgürlükçü sol ideolojinin tüm genel geçer özelliklerini görebilmekteyiz; fakat bu kadarı Gezi’yi görmüş bir ülkenin siyasi bilince sahip bireylerine yetmiyor artık!(Emrah Serbes’in Deliduman adlı romanında da aynı sıkıntı vardı. Fırsatım olursa Deliduman içinde bir eleştiri yazısı yazmayı düşünüyorum. Bu kadarcık politik içerik Gezi başkaldırısını yaşamış bir ülkenin siyasi bilince sahip insanlarına yetmiyor artık.)

Enver Aysever’in Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı adlı romanını genel olarak değerlendirmek gerekirse ortalama roman okuruna hitap eden bir romandır diyebiliriz. Daha fazlasını isteyen okur için hayal kırıklığı yaratabilir. Hikâyesi bağlamında okunası bir romandır bu. Canan Tan romanlarının sadık okurlarının sek ve buzsuz sığ çoksatardan edebi romana geçerken yapacakları ara okumalar için uygun bir alıştırmalık diyebiliriz.

1 Temmuz 2014 Salı

KÜL VE YEL-MÜGE İPLİKÇİ


BELLEĞİN DEHLİZLERİNDEKİ HAFIZALI FARELER ORATORYOSU

 Müge İplikçi akademisyen romancılarımızdan biri. Kitabın başında verilen biyografisine baktığımızda İstanbul Bilgi Üniversitesi Medya ve İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştığına dair bir bilgi ediniyoruz. Bu ayrıntı romandaki Bedia karakteri ile yazarın yaşamı arasında ilişkiler aramamıza neden olmamalı; çünkü bir yazar yazdıklarıyla biyografisinden uzak bir biçimde okunmalı. Yazarın kendisi iddia etmedikçe romandaki kişiler yazarın yaşamı ile karşılaştırılmamalı. Bunun zorlama yorumlara vesile olması dışında edebiyat eleştirisine kazandırabileceği hiçbir şey yok nitekim.

Kül ve Yel, bir roman adı olarak oldukça iddialı, Savaş ve Barış, Suç ve Ceza gibi romanın kilometre taşlarına biçimsel bir atıfta bulunuyor. Romanı okumaya başlayınca bu atfın bir entelektüel kaprisi dışında anlam kazanmaya başladığını görüyorsunuz. Romanın adı içeriğiyle tam manası ile uyumlu, hatta romanın adı da romanın vazgeçilmez bir parçası. Romandaki pek çok olay, kahramanlarının kişiliği ile ilgili pek çok ayrıntı roman adından hareketle yapılabilecek yorumlara ve birlikte okumalara müsait. Kül ve Yel romanda simgesel anlam taşıyan maddeler. Kişilerin yaşantısı Kül ve Yel’ in farklı hallerinden ibaret sanki. Nasıl ki suyun katı, sıvı, gaz halleri varsa kahramanın yaşadığı her olayda kül ve yelin de farklı bir hale geçiş yaptığını gözlemliyoruz.

Burada romanın özetine geçmeden önce bir hatırlatma yapmamız gerekiyor. Romanın ana karakteri Alzheimer hastası yaşlı bir kadın. Romanın pek çok bölümü de onun ağzından anlatılıyor. Bu bağlamda olay örgüsüne dair bazı ilginçliklerle karşılaşabilirsiniz. Kül ve Yel, kronik okumaya müsait bir roman değil bu yüzden. Fehime’nin hatırladıkları oranında romanın sonuna kadar olay örgüsü tam olarak çözülmüyor. Her bölüm Fehime’nin hatırladıkları oranında birer yaşam öyküsü fragmanından ibaret. Fehime hatırladıkça hikâyeye yeni karakterler ekleniyor, bazen de Fehime’nin eksik hatırladıklarına bazı ayrıntılar ekleniyor, yanlış hatırladıkları düzeltiliyor. Romanın sonuna gelene kadar büyük resmi tam olarak idrak edemiyoruz. Romanın sonuna kadar Fehime’nin arızalı bilincinin ve diğer kahramanlarının hastalıklı psikolojilerinin bize sağladığı oranda bazı şeyleri yerine oturtmaya çalışıyoruz. Romanın son beş on sayfasına kadar muallakta kalan pek çok şey oluyor ki bunlar okuyucunun merakını son ana kadar diri tutuyor diyebiliriz.

Karakterler ile ilgili inceleme ve değerlendirmelerimizi özet kısmında bu karakterler ortaya çıktıkça yapacağız. Romandaki pek çok karakterin psikolojik ve toplumsal özellikleri olayların gelişmesiyle ortaya çıkmakta ve daha anlaşılır bir hale gelmektedir.

ÖZET

Kaybedilmiş hayatlar. İnsan psikolojisinin derin dehlizlerinde bir arkeolojik kazı. Yaralanmış bir kadın Ayla. Arızalı bir ruh Şerif; fakat bütün arızaları bir anlamda ailevi sebeplerle açıklanabilir bir arızalı ruh. Şerif’in baba katilliği oedipus kompleksi bağlamında özgün okumalara açık. Roman ilerledikçe bunu daha iyi anlayacağız belki de. Yazar yıkıma uğramış yaşamların resmini çizerken küçük yaşam parçacıklarını figür olarak kullanıyor, hiçbir olayı tam olarak kronolojik bir biçimde başından sonuna kadar anlatmıyor, hiçbir parçanın olay örgüsünü çözmüyor. Her karakterle empati kuruyor, karakterlerin dünya ve kendi çevreleriyle uyumsuz ilişkilerini anlatıyor ve bu ilişkilerin normal dışı yönlerinden faydalanarak insanların psikolojik haritasını çiziyor. Anlatılan hayatlar kendine özgü özellikler taşıyan tipik boyutlara çok da yaklaşmayan dejenere burjuva yaşamlarıdır.  Kendi benliğinin içinde kaybolmuş, benliğini putlaştırmış bireylerin yaşamları bunlar. Toplumsal zemine ayakları basmıyor, bu yüzden basit yaşamsal çatışmalardan büyük oranda etkileniyorlar. Orta halli bir toplumsal bilinç yüzünden kendi bireyliklerini putlaştırıyor ve sonra kendi benliklerinden inşa ettikleri bu putlara taptıkları için hayata karşı olan dirençlerini yitiriyorlar. Ayla ve Şerif şimdilik ‘’kilit’’ karakterler, romanın anlam kapıları onlar anlaşılabildiği oranda açılabilir ancak.

Şerif’ten gelen ya da geldiği varsayılan mektupla Ayla darmadağın olur. Geçmişe yönelik sorgulamalar yapar; ancak derin felsefi analizlerin içine dalıp bir çıkış bulamaz. Ayla’nın hali bariz bir çarenin içinde çaresizliği yaşamak zorunda kalan insanın bunun nedeninin bilincinde olmadığı için çektiği acıdır. Ayla, Şerif’in babasını ezdiği Corvette arabanın bir benzerini, belki aynı arabadır bu, alır. O araba da ona Şerif’i ve onun yaşadıklarını ve yaşattıklarını hatırlatır. Şerif’in mektubu bir anlamda özür mahiyetindedir. Şerif bu mektupla Ayla’dan özür diler sanki ‘’Kimim ben? Parçalanmış yaşlı bir adam.’’ diye kendini açıklamaya çalışan Şerif geçmişte yaşadığı travmanın hala etkisi altındadır. Şerif geçmişe dönerek hayat muhasebesi yapan kaybetmiş bir adamdır. Gelecekte yaşayacağını varsaydığı ya da yaşamayı arzuladığı ideal bir hayatı kurmak için babasını öldürmüş; fakat asıl bu eylemiyle gelecekte yaşayacağı kendi hayatını kaybetmek zorunda kalmıştır.

Şerif babasını öldürdükten sonra ülkeden ve Yelkovankuşu’ndan kaçar. Gittiği yerde (Numen) yeni bir yaşam kurmaya çalışır ve doğal olarak bunda da başarılı olamaz. Duygusuz sevişmelerle bedenini oyalar. Yazarın anlatımına göre Şerif ‘’hudut çizgilerini seven bir adam’’dır; fakat hudutsuzca yaşar. Yaşamı sömürmeye çalıştıkça kendini tüketir.

Şerif’in babasına karşı kininin arkasında silik bir anne mi var? Şerif’in sorunlu hayatının arkasında annesinin yapmadıkları ya da yapamadıkları mı vardır? Romanda bu soruların yanıtları verilirse Şerif daha iyi anlaşılacaktır.

Kahramanlar geçmiş ve bugün arasında adeta mekik dokuyorlar. Geçmişte yaşadıkları her şey onların bugünkü yaşantılarını biçimlendiriyor, belirliyor, zedeliyor. Ayla da Şerif de geçmişin hayaletlerinden bir türlü kurtulamıyor. Fehime’nin Alzheimer olmasının nedeni bu hayaletlerle dolu geçmişi unutma arzusu olmasın sakın?

Şerif’in babasını öldürmesi olayı sonradan aydınlanır. Şerif ve Seyid, Kamuran Sipahi adlı kalantor ve üçkâğıtçı bir sendikacının son model Corvette arabasını çalarak şehrin işlek bir caddesinde sürat yaparlar. Şerif arabayı babasının üzerine sürer, Şerif’in babası ile birlikte küçük bir kız da ölür. Arabasının hurdaya dönmesine sinirlenen Kamuran Sipahi, Şerif ve Seyid’e işkence yapması için yeğeni Korat Sipahi’yi görevlendirir. Kamuran Sipahi’nin yeğeni Korat Sipahi ve adamları bu iki genci terk edilmiş bir yere sokarlar Şerif’e defalarca tecavüz ederler ve Seyid’i öldürürler. Şerif’in kaçışının sebebi böylece anlaşılmış olur. Şerif’in pek çok kadınla yaşadığı düzensiz ilişkiler, sevgilisini kemerle dövmesi gibi anormal cinsel ilişki biçimlerinin nedeni anlaşılır. Birkaç kişi tarafından defalarca tecavüz edilen Şerif sağlıklı bir yaşam kuramamaktadır.

Fehime zayıf hafızasının karanlık caddelerinde dolaşıyor. Dolaşırken hayatına dair, tanıdıklarına dair, ailesine dair küçük fragmanlar hatırlıyor, bunlardan bir hafıza inşa etmeye çalışıyor yeniden; ama ertesi gün daha farklı hatırlıyor dün hatırladıklarını. Fehime neden unutuyor? Alzheimer olduğu için mi? Yoksa unutmayı istediği bir yaşamı veya o yaşamın içinde bilincinde derin izler bırakmış bir olayı ve onu hatırlatan her şeyi ve herkesi unutmak için mi? Fehime’ye unutturan Alzheimer hastalığı mı yoksa kuvvetli bir anımsamama isteği mi? Fehime kim?

Evin bahçesindeki manolya ağacı romanın önemli arketiplerinden biridir. Roman ilerledikçe anlarız ki bu ağaz defalarca değişmiştir. Kuruyan ya da yanan manolyanın yerini yeni bir manolya alır ve bu süreç ailenin hayatındaki faklı dönemleri ve kırılmaları simgeleyecek bir biçimde aktarılır. Pek çok bölümde adı geçmektedir. Şerif manolya ağacının dalları ile oynar. Ağaç, Şerif’e beddua eder: ‘’O halde tuttuğun her dal elinde kalsın ve hatta hayatta tutunacak dalı olmayasın Şerif Efendi. Dahası mı? Dehlizlerin içinde dehlizsiz kalasın.’’ Belki de bu yüzden Şerif’in hayatta tutunabileceği hiçbir dalı olmaz.

Roman ilerledikçe Fehime’nin facialarla dolu hayatından bir facia fragmanı daha eklenir ana hikâyeye. Fehime’nin torunlarından Bedia bileklerini keserek intihar etmeyi denemiştir. Ayla bunun sebebinin Bedia’nın sevgilisi Şükrü olduğunu savunur. Ayla’nın tabiriyle Şükrü ayının biridir. Fehime hayatına ait parçalar hatırladıkça onları neden unuttuğunu ya da unutmak istediğini daha iyi anlamaya başlarız.

Bazı bölümlerde politik konulara eğiliyor yazar. Politik zemini arka fon olarak kullanıyor. Zaten bu kadar allak bullak hayatların ortaya çıkmasında sadece bireysel yaşamları kullansaydı roman çok yavan olurdu. İnsan yaşamlarının bu kadar çarpık olmasının bir nedeni de politik ortamın tazyikidir. Sadık TV adlı muhafazakâr televizyon kanalında yayınlanan bir küreselleşme belgeseli bazı bölümlerde arka fon olarak kullanılıyor. Şükrü, Yelkovankuşu’nda çekeceği bir klibin ışık işleri için belediyenin ortak çalıştığı bir şirketin görevlisiyle konuşur, bu görevli Korat Sipahi’dir. Aynı zamanda belediye encümen üyesidir. Burada siyaset-ticaret bağı yüzünden yozlaşan ilişki ağları eleştirilir. Bu arada Yelkovankuşu Belediyesi’nin muhafazakâr bir partinin elinde olduğu vurgulanır. Bireylerin kişisel yaşamlarındaki çarpıklıklar ile siyasi çarpıklıklar arasında bir eşgüdüm olduğu sezdirilmeye çalışılır.

Şükrü ve Bedia meselesine yeniden dönülür. Şükrü, Bedia’ya karşı davranışlarında çok umursamazdır. Şükrü, Bedia’nın sanki bir kalbi yokmuş gibi davranır. Şükrü, Bedia’nın duygularını hiç önemsemiyor. Bu düpedüz kabalık! Bedia, Numen’de bile eski Türk kadınlarının ev içi geleneklerini sürdürür. Şükrü, Bedia’nın farelere karşı bir takıntısının olduğunu fark eder; fakat buna anlam veremez. Romanın pek çok bölümünde fareler arketip olarak yer alıyorlar, şimdilik buna pek bir anlam veremiyoruz; ama ileride aydınlanacağını da düşünüyoruz. Bedia’nın dengesiz davranışları onu toplumdan soyutlar, yalnızlaştırır; fakat kimse onun yaşadığı travmaya dair hiçbir şey bilmemektedir.

Bedia’nın babası gayr-ı meşru bir ilişkinin çocuğudur. Babaannesi onu kendi kocasından değil bir başkasından peydahlamıştır. Bedia’nın babasının gayr-ı meşru bir çocuk olduğu tüm aile tarafından bilinen ancak hiçbir biçimde konuşulmayan bir sırdır. Bu arada babası Bedia’yı taciz etmektedir. Bedia’nın annesi, babasının Bedia’yı taciz ettiğini bilir, görür; fakat belirgin bir tepki veremez. Bu yüzden Bedia’nın çocukluğu tam manasıyla bir kâbus gibi geçer. Bedia’nın hayatının neden bu kadar kötü olduğu şimdi anlaşılır. Bedia’nın travması çocukken yaşadığı baba tacizinin bir ürünüdür. Bedia’nın babasını meydana getiren yanlış ilişkiler ağı genişleyerek ailenin tüm bireylerine sıçramıştır sanki. Yanlış başlayan hayatlar doğru yaşanamaz, doğru yola yönlendirilemez. Bedia, Şükrü ile evlilik dışı bir ilişki yaşamaktadır. Şükrü’den hamile kalır, Şükrü çocuğu istemez. Bedia çocuğu aldırır ve daha sonra bileklerini keserek intihar etmeyi dener; ama başarılı olamaz.

Bedia, Numen’de Dimi adlı biriyle tanışır. Dimi gazetecidir ve ilk özel haberini Bedia üzerine yapmak ister. Bu arada biz de Bedia’nı oldukça başarılı bir genetik bilimci olduğunu anlarız. Ülkesinde çalıştığı üniversiteden atıldıktan sonra Numen‘ e yerleşmiş ve burada işinde çok başarılı olmuştur. Bedia, Dimi’ye kendi bilincini bu röportajla en çıplak haliyle gösterir ve biz de Bedia’nın dünyasına ilk kez bu kadar yalın ve berrak bir biçimde girebiliriz. Dimi, Bedia’ya âşık olmuştur; fakat Bedia dünyayı tüketmiş ve kaçınılmaz sona yaklaşmıştır. Son kez ülkesine dönüp intihar etmeyi düşünür. Buraya kadar anlatılanlara bakarak anlıyoruz ki Bedia Yelkovankuşu’nda kendini yakarak hayata veda etmiştir. Çocukken Yelkovakuşu’nda şahit olduğu yangın ile kendin yakarak öldürmesi arasında mutlak bir ilişki vardır. Bedia, belleğin genetik kısmı üzerine deneyler ve çalışmalar yapar. Fareler üzerinde deneyler yapar. Bedia’nın farelere olan takıntısı burada daha anlaşılır bir hale gelir. Fareler üzerinde yapılan deneylerde alışkanlıkların, belleğin genetik ile yeni kuşaklara aktarılabileceğini keşfeder. Bedia’nın ailesindeki fare takıntısı ve romanda bir arketip olarak pek çok bölümde yer alan fareler anlaşılabilir bir hale gelir. Aile fertleri ile fareler arasında bir analog kurulur. Deneylerde kullanılan fareler hafızayı kuşaktan kuşağa aktarır, Bedia’nın ailesinde de durum buna benzemektedir, Fehime’nin marazi psikolojisi onunla birlikte bütün aileye sirayet etmiştir. Fehime’nin kocasını aldatarak başka bir adamdan Emir’e hamile kalmasıyla başlamıştır her şey. Bütün aile fertleri bu ilk günahın bedelini ödemektedirler belki de. Bu açıdan bakarsak Bedia’nın genetikçi olması bir ödünlemedir. Aslında o ailesinin tüm bireylerine sirayet etmiş marazi yaşam örüntülerinin genetikten kaynaklanıp kaynaklanmadığını araştırmaktadır. Bu araştırmaları sonunda bulduğu gerçek belleğin yeni kuşaklara devredilebilir bir şey olduğudur. Bedia belki de kendi belleğini aktarmamak için kendini öldürmüştür. Hatta bebeğini aldırmasının arkasındaki gerçek nedenin kendi hafızasını çocuğuna aktarmayı, onu da berbat bir yaşamın içine sürüklemeyi istememesidir diyebiliriz

Şerif, Numen’de meşhur bir rockçı olmuştur. Son parçasının klibini Yelkovankuşu’nda çekmek istemektedir. Bu klip Şerif’in ve ailesinin geçmişinin simgesel olarak bir yansıması olacaktır. Şerif klip çekimiyle ilgilenmesi için Şükrü’yü seçer. Şerif ile Şükrü birbirlerinden pek hoşlanmazlar; fakat Şükrü bu teklifi Bedia’ya olanlar yüzünden bir suçluluk hissettiği için kabul eder. Klibin çekimleri sırasında Korat Sipahi ışık işlerini yapan şirketin sorumlusudur, bu durum kaderin ilginç bir cilvesi olarak mı kabul edilmelidir?

Şerif, Ayla, Bedia’nın babası Emir Bey’dir, anneleri ise Meryem Hanım’dır. Meryem Hanım ile Emir Bey’in inandıkları dinler farklıdır. Emir, Meryem’e tam bir hayvan gibi yaklaşır. Evlendikleri ilk gece Meryem ilişkiye giremez ve kasılır. Emir onu yatağa bağlayarak Meryem’e tecavüz eder. Meryem korkunç bir biçimde kanar ve ölümden döner. Meryem ile Emir’in evlilikleri tam bir kâbustur. Emir, Meryem’i döver ve ona psikolojik şiddet uygular. Anne ve babalarının hayatı ile ilgili öğrenilen her ayrıntı çocukların psikolojik sorunlarını biraz daha aydınlatır. Şerif’in babası Emir’i neden öldürmek istediği, Corvette’i Emir’in üzerine sürerek onu öldürmesinin nedeni, böylece ortaya çıkar. Şerif’in eylemi zalim bir diktatör olan babaya karşı anarşist bir isyan denemesidir ve her anarşist isyan gibi sonuç olarak isyanı başlatana daha fazla zarar vermiştir.

Fehime hatırladıkça ailenin geçmişindeki ayrıntılar yerli yerine oturmaya başlar. Fehime, Halil adlı biriyle onu tanımadan görmeden evlendirilmiştir. Halil çok yaşlıdır. Bir türlü çocukları olmaz. Fehime, Halil Şerbetçi’deki deri imalathanesine gittiğinde sabahları Koçan adlı yerde gezintiye çıkar. Bir gün orada bir adamla tanışır ve onunla yatar. Ondan gebe kalır. Doğan çocuğa da onun adını verir: Emir! Ailedeki tüm bireylerin hayatlarındaki yangının kıvılcımı işte burada atılmıştır.

Hikâyeye yeni karakterle girer. Meryem’in Şenol adlı bir kızı daha vardır. Mehmet adlı biriyle evlenir. Dilara adlı bir kızları olur. Bu kız çok tehlikelidir. Ailenin bütün genetik hafızasını üzerinde taşır. Ailenin fertlerinden öç almayı kafasına koymuştur. Bir gün anneannesi Meryem’in yüzüne karşı ailenin bütün pisliklerini vurur. Meryem kalp krizi geçirerek ölür. Dilara ailenin diğer üyelerinden intikam almak için Bedia’nın ölümünden sonra Ayla’ya ilgi duymaya başlayan Şükrü’yü baştan çıkarıp onunla manolyalı evde yatmayı planlar. Dilara’ya göre bütün çarpıklıkların yurdu bu evdir, o evde Bedia’nın odasında Şükrü ile yatarsa bu bütün yaşananlara karşılık olarak ailesinden intikam alacağını düşünmektedir. Dilara bu yüzden Şükrü’nün teklifini kabul ederek Şerif’in şarkısının klibinde Meryem rolünü oynar. Ayı klipte Ayla da Fehime rolünü oynamaktadır.

Şerif’in babasını öldürürken yanlışlıkla arabayla çiğnediği kız Ebru’dur. Önceki bölümlerde Ebru’nun ablası polisler tarafından işkenceli sorguya alınmıştır. Romanın sonuna kadar Ebru’nun ablasının adı belli olmaz.  Ebru’nun babasının adı Münir’dir. Şerbetçi’deki yangın sendikacı Kamuran tarafından çıkarılmıştır. Emir, kızı Bedia’yı taciz etmekle yetinmemiş, ona tecavüz de etmiştir.

2002 yılının kışında Hemşire Ayla Ford Corvette’i ile yol alırken yolun kenarında işkence edilmiş, yaralı ve çırılçıplak bir kadın bulur. Bu kadın büyük ihtimalle Ebru’nun ablasıdır. Ayla onu kurtarmaya çalışır. Ayla kadını hastaneye götürmez kendi evine götürür. Ayla kendi evinde kadını tedavi etmeye çalışır. Bu kadının hayatı da Şerif’in sürdüğü arabanın altında kalan kardeşi Ebru’nun ölümü ile berbat olmuştur.

ZAMAN

Olaylar bir ailenin üç kuşaklık hayat hikâyesini kapsamaktadır. Tahmini bir rakamla 75 yıllık bir zaman dilimi parçalı bir biçimde anlatılmaktadır. Şerif’in babasını öldürdüğü tarih 1971’dir. Bunu da dolaylı yoldan anlıyoruz. Kamuran Sipahi’nin Corvette’inin 1971 model olduğu söylenir ve birkaç sayfa sonra da bu aracın son model olduğu anlatılır. Biz de bundan hareketle Şerif’in babasını öldürme tarihini belirleyebiliyoruz.

Kitapta Numen adlı emperyalist bir ülke Medar adlı bir ülkeye savaş açmıştır. Romanın basım tarihine bakarak (2004) bu olayın ABD’nin ikinci Irak savaşına atıfta bulunduğunu iddia edebiliriz. Bir hataya sebebiyet vermemek için şunu söylemeliyiz ki bu durum romanda belirgin ifadelerle anlatılmaz, biz bunu aşırı yorum ile metinden çıkarıyoruz.

Kitabın sonunda bir tarih ifadesi daha vardır. Bu ifadede 2002 yılına işaret etmektedir. Bunlar dışında romanda zaman mefhumu üzerine açık ifadeler bulunmamaktadır. Olayın geçtiği zaman değil olaylar ve simgeler üzerinden bir anlatım söz onuşudur. Romanda zaman önemli bir unsur değildir. Zaman unsurundan biraz kırpılmıştır; fakat aynı şeyi yer unsuru için iddia edemeyeceğiz. Romanın geçtiği yerlerin her biri adeta romanın ayrı bir kahramanıdır diyebiliriz.

YER

Numen adlı bir ülke var. Bu ülke ekonomik, kültürel ve toplumsal açıdan oldukça gelişmiş bir ülke. Belki de günümüzün ABD’sini simgeliyor diyebiliriz. Bu ülke Şerif’in kaçıp gittiği ülkedir. Kalantor sendikacı Kamuran Sipahi Numen’de sendikacılık eğitimi almıştır. Bu ülke Medar adlı başka bir ülke ile savaş halindedir. Bizim tahminimizce bu medar ülkesi Irak’tır. Numen savaş halinde olduğu bu ülkenin binlerce askerini ve sivil vatandaşını öldürmüştür. Kitabın basım tarihine bakarak bu ülkenin ABD olduğunu söyleyebiliriz.

Küsuf, ailenin evinin bulunduğu ve aile üyelerinin yaşadığı şehirdir. Romanda hangi ülkenin şehri olduğuna dair bilgi yoktur. Yekovankuşu, Şerbetçi, Koçan bu şehir içindeki mekânlardır. Küsuf şehri romanda ‘’aklın iflas ettiği yer, aklın tarumar olduğu yer’’ olarak tanıtılır.

Kahramanların bahçesinde manolya ağacı olan evleri Yelkovankuşu adlı bir yerdedir. Yelkovankuşu, romanın önemli mekânlarından birisidir. Şerbetçi adında bir yer vardır bunun yakınlarında, burada deri atölyeleri vardır. Dede Halil’in burada bir deri imalathanesi vardır. Şerbetçi’de bir yangın çıkar, Halil bu yangın sırasında ölür, yangın Yelkovankuşu’na da yayılır. Şerbetçi’nin lağımlarından çıkan fareler manolyalı evi istila ederler. Fehime’nin ve belki de Bedia’nın farelere olan takıntıları bu olaydan kaynaklanmaktadır. Romanın adındaki kül ve yel ifadelerini bu bağlamda da okuyabiliriz.

Fehime’nin manolyalı evinin bahçesinde ‘’Dehliz’’ adlı bir yer vardır. Ayla ve Şerif çocukken bu yeri çok merak ederler. Fehime büyüdüklerinde onlara orayı göstereceğine dair söz verir. Fehime ve Ayla Şükrü’yü klip çalışmaları kapsamında dehlize sokar, Şükrü orada kendi benliğinde bir yolculuğa çıkar. Kendine bile itiraf edemediği pek çok şeyi itiraf eder. Dehliz simgesel bir yer, hafızanın dehlizlerine atıfta bulunuyor bence. Hafızaya, belleğe bu kadar takıntılı ve unutmayı istedikleri pek çok yaşantıya sahip bir ailede bu dehliz pek çok şeyi tek başına simgeliyor.

Koçan, ağaçlıklı bir yerdir. Fehime evde daraldıkça burada gezintiye çıkar. Burada tanıştığı Emir adlı biriyle birlikte olur. Ondan doğan çocuğun adını da Emir koyar.

DİL VE ANLATIM

Yazarın şiirsel bir anlatımı var. Pek çok bölümde çağdaş Türk şiirine taş çıkartacak pasajlar var. Devrik cümleleri senfonik bir ehliyetle kullanıyor sanki yazar. Cümlelerde tek bir sözcüğün yeri dahi değiştirilemez. Yazarın bu yapıya ulaşmak için çok uğraştığı açık. Hem eski hem de yeni sözcüklerimizi başarılı bir biçimde kullanıyor yazar. Cümleler tek başına okunduğunda oldukça yalın; fakat bağlamın içinde birlikte çok farklı bir hava sunacak biçimde organize edilmişler, biraz dikkatli bakınca bu daha iyi anlaşılıyor.

Roman yer yer anlaşılmaza uzanacak oranda çözülmesi zor bir metin olarak inşa edilmiş. Bu kötü bir özellik değil. Özellikle son yıllarda ortalama bir ortaokul zekâsına hitap eden bir dille yazılan romanlardan gına geldi. Konusu bakımından bir çoksatar olmaya müsait bir roman; fakat yazar küçük oyunlara tenezzül etmiyor, seviyeyi düşürmüyor. Kül ve Yel romanını anlamak isteyen okur biraz çaba sarf etmek zorunda. Nitelikli okura tam bir muharebe alanı sayfalar. Bu açıdan Müge İplikçi’nin seçimini takdirle karşılamak gerekli.

Roman tekniği bakımından herhangi bir iptidailik tespit edemedik. Yazar bu konuda da tam anlamıyla yetkin. İç monolog, flash back, tekniklerini oldukça başarılı bir biçimde kullanıyor. Kurgu ise sarmal bir özellik taşıyor. Kanımızca bu da romanın konusu ile uyumlu. Doğrusal bir kurgu bu romanı sıkıcı bir hale getirirdi kesinlikle. Yazar Alzheimer hastası bir kadının hayatını anlatmak için en doğru kurgu yöntemini seçmiş. Fehime hatırladıkça geri dönüşlerle birlikte okur istese de olay örgüsünden kopamıyor. Kurgudan kaynaklanan bir sürükleyicilik var. Neymiş? Demek ki sığ çoksatar romanlarda yapıldığı gibi okuyucuyu merakta bırakacak entrikalar kullanılmadan da sürükleyicilik sağlanabiliyormuş!

Psikolojik tahliller oldukça çarpıcı ve gerçekçi. Psikoloji salatası haline getirilmiş Amerikan romanlarından biri değil Kül ve Yel. Kahramanların psikolojik çatışmalarının tamamının hayatta bir karşılığı var. Karakterlerin psikozlarının tamamının realitede karşılıkları var. Örneğin hiçbir karakter sebepsiz yere dengesiz davranışlar sergilemiyor. Yaptıklarının tamamının geçmişte yaşadıkları sorunlu olaylarla bağlantısı var. Ne Şerif’in kompleksi zorlama ne de Bedia’nın dengesizliği…

Romandaki mekânların tasvirleri oldukça ilginç. Örneğin bir mekânı hayalinizde fiziksel olarak canlandırmanıza yardım eden tasvirler değil bunlar; fakat mekânlara bir ruh üfleyen, onları fiziksel özelliklerinden ayırarak romanın yaşayan bir kahramanı haline getiren tasvirler var. Kül ve Yel romanında iç ve dış mekânların tamamının yaşayan bir insandan hiçbir farkı yok sanki. Yazar tasvirleri yeri geldikçe olaylarına akışına uygun yerlerde yapıyor. Biz gereksiz bir tasvir tespit edemedik. Yazar sayfaları tasvirlerle doldurmak yerine Çehov’un sözünü dinleyerek duvara bir tüfek yerleştirdiyse o tüfeği romanın içinde mutlaka patlatıyor. Ayrıntılı betimlenen her yerin, her varlığın romanda bir işlevi var.

SONUÇ

Kül ve Yel aile romanıdır. Bir ailenin üç kuşak içinde yaşadığı her şeyin -ya da hatırlanabilen her şeyin- romanıdır. İnsan ilişkilerindeki çarpıklığın en yalın haliyle önümüze serildiği bir roman bu. Yelkovankuşu ve Şerbetçi’nin sanayileşme sonucunda değişen çehresi, çevrenin değişen çehresinin insan doğası ve psikolojisi üzerinde yarattığı tahribatın romanıdır Kül ve Yel. Kapitalizmin çürüttüğü insanların hayat hikâyesidir bu. Kül ve Yel çürüyen insanla birlikte kaybolan hayatların, bir ömür süren işkencelere dönüşmesinin somut bir biçimde edebiyatın imkânları ölçüsünde ortaya serilmesidir. İnsanın özünün çürümesiyle birlikte fareleşen, hayvanlaşan insanın öyküsüdür bu. Kül ve Yel, ‘’belleğin dehlizlerindeki hafıza sahibi farelerin oratoryosu’’dur.

Kül ve Yel romanda kullanılan önemli simgelerdir. Yangından sonra geriye kalan küldür, yel ise külü dağıtır, bir anlamda kül yangından arta kalan hatıralardır ve yel onları dağıtarak ortadan kaldırır ve unutturur. Kül yangının hafızası, yelin külleri dağıtması ise onun unutulmasını simgelemektedir. Romandaki kahramanların tamamının hayatı bir yangın yerine benzemektedir ve onlar için unutmak yenilenmektir. Bu bağlamda unutmak yeni bir başlangıç yapmanın imkânlarını gerçekçi hale getiren bilişsel bir süreçtir, unutmak ‘’her şey güzel olacak’’ demenin imkânıdır. Buna rağmen hiçbiri unutmayı başaramaz, Fehime bile Alzheimer hastalığına sığınmasına rağmen unutması gereken hatıralarından kurtulamaz. Geçmiş geleceğin mimarıdır, romanın kahramanları geleceğe yürümek ve ‘’her şey güzel olacak’’ mottosunu gerçekleştirmek isterken gittikleri her yerde önlerine geçmişin ayak izleri çıkmaktadır.

Unutmak romanın içinde farklı farklı yerlerde kullanılan kahramanların tamamının gerçekleştirmeye çalıştığı ortak bir eylemsel süreç. Hemen hemen tüm kahramanların unutmak istediği hatıraları var ve onları unutamadıkları için psikolojik travmalar yaşıyorlar. Fehime unutabildiği için Alzheimer oluyor ve bir anlamda daha çetrefil ruhsal karmaşalardan kendini sıyırabiliyor. Bu roman ilk sayfasından son sayfasına kadar unutulmak istenen hayatların romanıdır. Unutulmak istendikçe unutulamayan ve daha fazla kanatan hatıraların romanıdır.

Kül ve Yel, insana, hayata dair bir şeyler okumayı özlemiş okurlar için mükemmel bir kitap. İnsanı tanımak istiyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız. İnsanın her yönüyle ortaya çırılçıplak çıktığı bir roman bu. Zor bir roman. Anlam katmanlarını zahmetsizce açmıyor size; fakat o katmanların içinde arkeolojik kazı yapmaktan entelektüel bir zevk alan okurlara tam anlamıyla bir safari zevki vereceğinden eminim. Eyyy, nitelikli okur neredesin? Geldiysen kapıyı üç kere çal!

Kurgusundan başka hiçbir şeyi olmayan piyasa romanlarının entrika dolu iklimine alışmış okurların bu romandan uzak durması lazım; çünkü o romanların idrak yollarında yarattığı enfeksiyon ile Kül ve Yel’i anlayabilmeleri mümkün değil.

Kül ve Yel, tam manasıyla bir edebiyat söleni!

28 Haziran 2014 Cumartesi

SELMA VE GÖLGESİ- PEYAMİ SAFA


KARA POLİSİYENİN EDEBİ ZEMİNE BASAN AYAKLARI

Selma ve Gölgesi, Peyami Safa’nın Server Bedi mahlasıyla yazdığı polisiye romanların en başarılısıdır. Bu romanın birinci baskısı 1941 yılında yapılmıştır. Peyami Safa, Server Bedi mahlasıyla yazdığı bu eserlerden ele ettiği para ile yazı hayatını sürdürmüştür. Bu bir anlamda günümüzün tiyatrocularının tiyatroya devam etmek için dizilerde ya da basit gişe filmlerinde oynaması gibi bir olaydır.  Burada şu hataya düşülmemelidir: O dönemin piyasa işi sığ çoksatar romanlarıdır bunlar! Bu romanlar para kazanmak için yazılmalarına rağmen günümüzdeki pek çok çoksatar romandan daha derinliklidir ve edebi bakımdan çoğu çoksatardan daha başarılıdır. O dönemde de ciddi edebiyat yazarlarının böyle romanlar yazması eleştirilmektedir; çünkü o dönemde ciddi bir edebiyat yazarının polisiye gibi günün koşulları bakımından gayr-ı ciddi kabul edilen bir türde eserler vermesi yadırganmaktadır. Polisiye türü o yıllarda çok okunan bir tür olmasına rağmen edebiyat kanonu içinde itibarsızdır. Polisiye romanlara basit romanlar gözüyle bakılmakta, polisiye yazarlara pek fazla itibar gösterilmemektedir. Polisiye romanların tirajının yüksek olması pek çok edebiyatçımızı bu türe yöneltmiştir. Özellikle yazı ile yaşamını kazanan yazarlarımızın çoğu bir dönem polisiye eserler yazmıştır. Kemal Tahir de Peyami Safa gibi polisiye türünde eserler vermiştir. Mayk Hammer serisini çevirmiştir, çeviriler tutunca hızını alamayarak birkaç çakma Mayk Hammer eseri yazmıştır; fakat pek çok edebiyat eleştirmenine göre Kemal Tahir’in yazdığı romanlar asıllarından daha başarılı olmuştur.

Peyami Safa’nın Server Bedi mahlasıyla yazdığı polisiyelere baktığımızda genel olarak bu romanların tamamının satış kaygısı ile yazıldığı anlaşılmaktadır. Kurguda ve diğer roman unsurlarında aksamalar gözlenmektedir. Bu eserlerin para kazanmak maksadıyla aceleyle yazıldığı romanlara bakılarak anlaşılabilir; ancak şunu söylemek lazım ki Selma ve Gölgesi bu romanlar arasında en başarılısı olarak kabul edilmelidir. Bir de 1941 yılına kadar yazılan polisiye romanlara bakıldığında Selma ve Gölgesi bu romanlar arasında en başarılısıdır, diyebiliriz. Hatta romandaki katilin çok güçlü kişilik özelliklerine sahip bir kadın olması ve romanın sonunda katilin ele geçirilememesi bağlamında kara polisiyenin edebiyatımızdaki ilk örneği olarak kabul edilebilir Selma ve Gölgesi.

ÖZET

1.       Bölüm: Gerilim birinci bölümle başlatılmıştır. BU bölümde Selma ve diğer karakterler kısaca tanıtılıyor. Bu tanıtımlara bakıldığında nesnel koşullara göre değişen kişilik özellikleri gözleriz; fakat Selma’nın kişiliği her açıdan ve her bağlamda orijinaldir. Bu bölümde Selma’nın kişiliği hakkında kitabın sonunda doğruluğu kanıtlanacak bazı fikirler ileri sürülmektedir; fakat bu fikirlere diğer karakterler pek fazla itibar etmemektedirler. Mükemmel bir güzelliğe sahip tehlikeli bir kadın karşısında erkeklerin acizliği açıkça ortaya konuluyor. Selma, diğerleriyle olan ilişkilerini ustaca yönlendirebilecek zekâya sahip. Erkekleri bir keman virtüözü gibi kullanma konusunda oldukça mahir. Selma bir femme fatale; fakat özgün taraflarıyla bu tanımlamadan ayrılan bir yapıya sahiptir. Psikolojik sorunları olduğu aşikâr; ancak bu bölümde Selma’nın psikolojik sorunları ile ilgili tafsilatlı bir açıklama yapılmıyor. Şunu söylemek lazım ki Salim’in Selma hakkındaki fikirlerine dikkat etmenizi önerebiliriz.

2.       Bölüm: Selma usta bir avcı gibi Halim’i tuzağına çekiyor. Onu ne tamamen umutsuzluğa sürükleyecek bir hareket yapıyor ne de tam bir umut veriyor. Selma yavaş yavaş Halim’in kıvama gelmesini bekliyor. Şerif’in Selma hakkındaki analizleri kısmen de olsa gerçeğe yakın; fakat o derece de duygudan uzak. Şerif’in Selma’ya bakışı kaba bir biçimde realist ve maddeci. Bölümün sonuna doğru Nevzat’ın Halim’i Selma’nın kucağına itmesinin sebebi açığa çıkıyor. Nevzat, Selma’dan emin değil, ondan korkuyor, Selma ile ilgili tereddütleri ve endişeleri var. Daha doğrusu Selma gibi ateşten bir kadını Halim maşası ile tutup tecrübe etmeye çalışıyor. Selma kesinlikle her bağlamda çok tehlikeli bir kadın.  Kusursuz bir psikopat; fakat deli değil. Psikopat yönünü gizlemek için eğitip biçimlendirdiği sarsılmaz bir iradesi var. Romanın erkek karakterleri ile karşılaştırıldığında Selma her yönden onlardan daha ileri bir seviyede. Erkekler bu zeki ve güçlü kadının karşısında çok aciz kalıyorlar. Selma’nın ölüme, öldürmeye, öldürülmeye karşı bir takıntısı olduğu tartışma götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.

3.       Bölüm: Nevzat ile Halim arasındaki dostluk Selma yüzünden bozuluyor. Halim, Selma’ya karşı olan direncini tamamen yitirir. Şairane yönü Halim’in en zayıf yönüdür ki Selma da bu yönden ona yaklaşır ve başarılı olur. Nevzat çok sarsılmasına rağmen tam olarak Selma’ya teslim olmamıştır; çünkü Nevzat oldukça düzenli bir yaşama sahiptir, kadın erkek ilişkilerinde realisttir ve özgüveni Halim’e göre daha yüksektir. Nevzat, Halim’i Selma’dan kıskanır, bu yüzden Halim ile tartışırlar. Halim, Selma’nın dayanılmaz cinsel çekiciliğine kendini teslim etmek zorunda kalmıştır, Halim Selma’yı deli gibi arzulamaktadır. Halim bütün ahlaki dayanaklarını yitirmiştir. Selma’ya olan arzusunu rasyonalize etmeye çalışmaktadır; fakat Selma’yı düşündükçe onun esiri olmaktadır.

4.       Bölüm: Selma’nın karşı konulmaz cinsel çekiciliğine kendini kaptıran Halim ikinci kez tek başına yalıya gider ve Selma ile cinsel ilişkiye girer. O bu ilişkide Selma’yı elde ettiğini sanmaktadır oysa Selma Halim’i elde etmiştir. Bu bir yanılsamadır, Halim safdilce Selma’yı elde ettiğini sanmaktadır; oysa Selma Halim’i kölesi haline getirmiştir. Halim bu bölümde Selma’yı psikolojik olarak çözdüğünü zanneder ve bu yüzden kadına kendini koşulsuz-kuralsız teslim eder. Selma amacına planlı bir biçimde ilerlemektedir. Halim’i dişiliğini kullanarak köleleştirdikten sonra cinsel çekiciliğini kullanarak Halim’e onun el yazısı ile yazılmış bir intihar mektubu yazdırır. Halim’i öldürebilmek için artık her şey hazırdır, Selma’ya sadece uygun zamanı belirlemek kalmıştır. Selma bu bölümde önceki kocalarının ölümü ile ilgili Halim’e spekülatif bilgiler verir. Bu bilgilerin doğruluğu şüphelidir; fakat Halim bunu anlayacak durumda değildir. Bir de bu bölümde Selma’nın esrar kullandığı ortaya çıkıyor ki bu durumdan Nevzat’ın dahi haberi yoktur.

5.       Bölüm: Selma sistemli bir biçimde her iki erkekle de oynamaktadır. Halim’i tamamen ağına düşürmüş; fakat Nevzat’tan da vazgeçmemiştir. Halim bütün ahlaki değerlerini yitirmiştir. Hayatını Selma’ya feda etmeye hazırdır. Nevzat, Halim’in Selma ile ilişkiye girdiğine dair şüpheler duymaktadır; fakat emin değildir. Selma, Halim ile birlikte olurken aynı zamanda Nevzat’a aşk mektupları yazmaktadır. Bunu Nevzat’tan öğrenen Halim yıkılır, dengesini yitirir, içkiye sığınmak zorunda kalır. Nevzat’ta bu yaşadıklarına karşılık olarak Selma’dan öç alma duygusu belirir. Nevzat, Selma’dan öç almak için Selma’yı unutmayı beklemektedir, onun tamamen kafasından silmesini beklemeye karar verir.

6.       Bölüm: Halim Selma’nın yalısında intihar eder. Halim’in başucunda kendi el yazısı ile yazılmış bir intihar mektubu bulunur, bu yüzden polisler olayı intihar olarak kabul eder ve kapatırlar. Oysa Salim Bey bu fikirde değildir. Salim Bey Halim’i Selma’nın öldürmüş olduğundan şüphelenmektedir; fakat Selma’nın aleyhinde hiçbir somut kanıt bulamaz. Halim’in intiharı Nevzat’ı ve onu tanıyanları derinden sarsar. Nevzat, Halim’in ölümü yüzünden kendini suçlar, Selma’dan Halim’in intikamını almaya kesin karar verir. Nevzat’ın içinde bulunduğu duruma üzülen Şerif ve Salim Bey onu teselli etmeye çalışırlar. Salim Bey’in Selma hakkındaki bilgileri Nevzat ve Şerif için aydınlatıcı olur. Salim Bey’in romanın ilk bölümünde Selma hakkında iddia ettiği şeylerin tamamı doğrulanmıştır. Salim Bey de diğerleri de Halim’in ölümünün intihardan kaynaklanmadığına kani olmuşlardır. Halim, Selma’nın hayatına giren ve intiharla yaşamını sonlandıran beşinci kişi olur. Bu Selma hakkında Salim’in söylediklerini haklı çıkarabilecek makul bir kanıttır. Selma’nın psikopat bir seri katil, acımasız bir sadist olduğuna yönelik şüphe güçlenmiştir.

7.       Bölüm: Nevzat ve Şerif, Selma’yı tuzağa düşürmek için bir plan yaparlar. Nevzat, bu plana göre Halim’in ölümünden bir hafta sonra Selma’nı yalısına gider. Giderken büyük bir zafiyet duyar. Selma’nın yalıda olmadığını ve Avrupa’ya bir seyahate gittiğini öğrenince tamamen yıkılır. Şerif’in evine gelir ve durumu Şerif’e anlatır. Selma’nın arkasından Avrupa’ya gitmek istediğini söyler. Şerif, Nevzat’ın Selma’ya karşı zafiyeti olduğunu görerek Nevzat’ı Selma’nın peşinden gitmemesi için ikna etmeye çalışır; fakat başarılı olamaz. Nevzat bir hafiye gibi kurnazca hamleler yaparak Selma’nın Avrupa’da nereye gittiğini bulur. Selma, Venedik’e gitmiştir. Bu şehir ile Selma’nı kişiliği arasında muazzam bir benzerlik vardır. Selma pek çok kez Nevzat’a Venedik’i çok sevdiğini söyler. Venedik de Selma’nın kasvetli dünyasına benzemektedir. Nevzat, Selma’nın peşinden gitmeye kesin karar verir ve bunu uygulamaya koyar.

8.       Bölüm: Nevzat, bir vapurla Venedik’e gider. Vapurda tanıdık birkaç Yahudi tüccar vardır. Onların aracılığıyla bir kadınla tanışır. Kadının adı Madam Leviski’dir. Trafik kazasında vefat etmiş zengin bir tüccarın karısıdır. Bu kadının romanın kurgusu içinde işlevi nedir, tam olarak anlaşılamıyor. Nevzat daha sonra bir tesadüf eseri Selma’yı bulur. Ondan kendisini affetmesini ister, Selma’ya yalvarır. Selma Venedik’te de İstanbul’daki gibi kasvetli ve karanlık kişilikli bir kadındır. Nevzat planına uyar ve Selma’ya karşı ustaca bir oyun oynar. Selma, Nevzat’ı ağına düşürdüğünü düşünerek önceki kurbanlarına yaptıklarının aynısını Nevzat’a da yapar. Gece yatarken Nevzat’ı öldürmeye çalışır; fakat Nevzat uyumamıştır, Selma muvaffak olamaz. Selma, Nevzat’a bütün cinayetlerini itiraf eder, gerilim kısmen çözülmüştür, Selma’nın sırrı aydınlanmıştır. Selma intihar etmek istediğini söyleyerek Nevzat’tan silahını geri alır. Silahını kalbine dayar ve tam tetiği çekecekken Nevzat’ın bir anlık zafiyetinden yararlanarak kurşunu onun kalbine sıkar. Olay mahalline önceden Nevzat’tan aldığı intihar notunu bırakır ve Nevzat’ın odasından çıkıp kendi odasına gider. Roman burada son bulur.

KİŞİLER

SELMA: Babası ve iki kocası intihar etmiştir. Beslemesi balkondan düşerek ölmüştür. Hayatına giren herkese ölüm bulaştıran bir kadındır; fakat bu ölümler tesadüfi değildir. Babası hariç diğer tüm ölümleri Selma organize etmiştir. İntihar süsü vererek cinayet işlemekte ustalaşmıştır. Profesyonel ve oldukça başarılı bir seri katildir. Dışarıdan dengesiz bir deli gibi görünmesine rağmen son derece soğukkanlı, ihtiyatlı ve kurnazdır. Babasının ölümüyle başlayan psikozdan kurtulamaz. Çok sevdiği babasının ölümüne karşılık olarak başka insanların, hayvanların canını alarak kendini rahatlatmaya çalışır. En akıllı erkeği dahi çileden çıkaracak oranda güzel ve çekicidir. Özgün özellikleri olan bir femme fatale’dır.

NEVZAT: Planlı, hesaplı, düzenli ve temiz yaşamayı seven, şık giyinen, akl-ı selim bir insandır; fakat Selma gibi bir kadının karşısından çaresizliğe düşecek kadar da dirayetsizdir. Selma’ya karşı büyük bir zaafı vardır. Selma’yı çılgınlar gibi sever. Selma’nın oyunlarına karşı Halim’ e oranla daha dirençlidir. Hesaplı bir insan olmasına rağmen Selma’nın kurbanı olmaktan o da kurtulamayacaktır. Halim’i de Selma’ya musallat ederek Halim’in ölümüne sebep olur.

HALİM: Üst düzey bir devlet memurudur, şairdir. Nevzat, Selma’yı denemek için onu kullanır. İlkin Nevzat’ ı Selma’ya karşı uyarmaya çalışmasına rağmen sonra Selma’nın cinsel çekimine kapılır ve intihara sürüklenir. Kendine göre ahlaki değerleri vardır; fakat bunlar Selma’nın kadınlığı karşısında direnebilmesini sağlayacak güçte değildir. Arkadaşının aşkıyla cinsel ilişkiye girerek bütün ahlaki kaidelerini kendi elleriyle yıkar. Karısına, çocuğuna ve annesine olan sorumluluklarını Selma yüzünden unutur.

SALİM: Emekli bir askerdir. Selma’nın İstanbul’daki yaşantısından önce onunla Edirne’de tanışmıştır. Kahramanlar arasında Selma’yı en iyi o tanır. Başından beri Selma’nın nasıl bir cani olduğunu bilen ve ona karşı Nevzat ve Halim’i uyarmaya çalışan uyanık biridir. Kitabın sonuna kadar Selma ile ilgili en nesnel tahlilleri o yapar. Romanda Salim Bey’in karısı da bulunmaktadır; üzerinde durulmaya değer bir özelliği yoktur.

ŞERİF: Katı bir gerçekçi ve iflah olmaz bir materyalisttir. Buna rağmen o bile kısa bir süre Selma’nın çekiciliğine kapılır. Nevzat ve Halim’i Selma konusunda aydınlatmaya çalışır, onları Selma’dan uzak durmaları konusunda uyarır; fakat muvaffak olamaz.

FERİHA: Halim’in karısıdır. Halim’e güvenir, kadın erkek ilişkilerinde kocasını kıskanma eğiliminde değildir. Halim’in bir oğlu (Ufuk), hasta bir annesi vardır; fakat bunlar tip olarak romanda yer almaktadırlar. Üzerinde durulmaya değer bir özellikleri yoktur.

YER

Olaylar İstanbul ve Venedik’te geçmektedir. İstanbul içindeki olaylar Selma’nın yalısının bulunduğu Çubuklu adlı bir Boğaziçi köyünde geçmektedir. Bunun dışında Selma’nın hayatından kesitler içeren bazı yer adları da romanda anılmaktadır. Selma Trabzonludur. Babası Trabzon’da bir arazi meselesi yüzünden intihar etmiştir. İlk kocasını Viyana’da Grand Otel’de intihar süsü vererek öldürmüştür. İkinci kocasını Edirne’de intihar süsü vererek öldürmüştür. Salim Bey ile Edirne’de tanışmıştır. İzmir’de beslemesini balkondan aşağıya fırlatarak öldürmüştür.

Venedik romanda özel bir öneme sahip; çünkü bu şehir tıpkı Selma’ya benzemektedir. Karanlık, kasvetli, viran, cinayetlerle dolu bir tarihi olan Venedik ile Selma arasında duygusal bir bağ vardır. Selma Venedik’te bulunmaktan, oranın işkencelerle, katliamlarla anılan mekânlarında dolaşmaktan zevk almaktadır.

Romanda iç mekân olarak En belirgin yer Selma’nın evidir. Bu ev boğaz kıyısında bir yalıdır. Bahçesinin içinde küçük bir köşk vardır ki Selma bu köşkte vakit geçirmekten hoşlanır. Selma’nın evinin içi karanlığa yakın bir ışık tarafından aydınlatılır. Kasvetli bir havası vardır. Ev çok sessiz ve sakindir. Adeta Selma’nın ruhunun karanlığı bu eve sinmiştir.

 ZAMAN

Olaylar birkaç aylık bir süre içinde yaşanır. Romanda 1940’lı yılların gerçekliği anlatılmaktadır.

DİL VE ANLATIM (ÜSLUP)

Romanın yazarı Peyami Safa tam bir dil ustasıdır. 1941 yılında basılan bu romanın aynı yıl yazıldığını varsayarsak dönemde kullanılan dile nazaran Safa’nın dilinin açık anlaşılır ve sade olduğunu söyleyebiliriz. Romanın para kazanmak için yazılmış bir polisiye olduğunu da göz önünde bulundurursak dilin anlaşılır olmasının işlevsel nedenlere dayandığını iddia edebiliriz. Günümüz Türkçesi ile romanın dilini karşılaştırmak gerekirse birkaç kelime hariç romanda kullanılan kelimelerin tamamı bu gün de kullanılmaktadır. Kullanılmayan kelimeler anlamı kapatacak oranda değildir. Roman polisiye türünde yazılmış bir piyasa romanı olmasına rağmen tasvirler ayrıntılı ve sanatsaldır. Safa’nı insan psikolojisine ait derin bilgi ve gözlemlerinin yansımalarını bu romanında da gözlemekteyiz. Safa’nın edebi romanlarındaki psikolojik altyapı bu romanında da göze çarpmaktadır. Her Safa romanında olduğu gibi fikir münakaşaları bu romanda da vardır; ancak Safa’nın edebi romanlarına nazaran daha basitleştirilmişleridir.

SONUÇ

Peyami Safa’nın Selma ve Gölgesi adlı romanı kara roman türünün edebiyatımızdaki ilk başarılı örneklerinden biridir. Bence romanı diğer polisiyelerden değerli kılan özelliği ana karakteridir. Selma, çok güçlü bir kadındır. Erkek egemen bir dünyada erkeksi özellikleriyle yer almakta, erkekleri öldürerek kendi gücünü onlara karşı kanıtlamaktadır. Bu açıdan sadece polisiye romanımız için değil edebiyatımız açısından da oldukça orijinal bir karakterdir Selma. Genellikle romanlarda femme fatale özellikleri taşıyan karakterler ahlaki gerekçelerle linç edilirler; fakat bu romanda Selma linç edilmemekte aksine başarılı kılınmaktadır. Selma’ya karşı analizlerinde romancı cinsiyetçi bir bakışa sahip değildir. Peyami Safa o dönemde pek çok kadın yazarın dahi cesaret edemediği bir biçimde başarılı bir kadın seri katili övmektedir. Hatta onun öldürme güdüsünü psikolojik temellerine oturtarak rasyonalize etmektedir. Bu açıdan Selma ve Gölgesi romanımız için oldukça önemli bir yapıttır diyebiliriz.

Peyami Safa’nın bu polisiyesi günümüzde yazılan çoksatar polisiye romanlarla karşılaştırıldığında önemli bir edebi derinliğe sahiptir. Bu açıdan Selma ve Gölgesi günümüzde piyasaya teslim olmuş polisiye romana karşı edebi bir polisiye romanın var olabileceğine yönelik anakronik bir kanıttır. Selma ve Gölgesi ayakları edebi zemine basan nispeten başarılı bir kara polisiye örneğidir.