11 Ocak 2020 Cumartesi

GÜRKAN VURAL'İN ÇÖL ZAMANI'NDA MAHSUR KALAN BİR KALBİN TİTREŞİMLERİ

"Şair denen adam tam olarak kendi poetik kaidelerini ortaya koyan kişidir." Mayakovski'nin "Şair kime denir?" sorusuna verdiği yanıt böyle. Haklılık payı oldukça yüksek bir saptama bu. Kendi poetik kaidelerini ortaya koymadan güdümlü bir şiiri sürdüren kişiye zaten şair denemez, dememelisiniz! Şair her türlü orotireye karşı duran bir özgecidir. Kendi kaidelerini yaratıp onların üzerinde çağcıl bir yontu gibi tek başına, bağımsız yükselmelidir. Her gününü bir şiir ile şenlendirmeyen insanlarla aynı dünyada yaşadığımızın farkında mıyız? Hatta koskoca bir ömrü nadide bir şiirinin anlam dünyasına giremeden geçiren insanlar var bu dünyada. Ve onlarla aynı havayı soluyoruz, aynı göğün altında yaşıyoruz, bir daha tekrar yaşayamayacağımız bu yaşamı paylaşıyoruz. Böyle düşününce sonsuz acıların, savaşların, kırımların egemen olduğu bir dünyaya sahip olmamıza şaşırmamak gerekiyor aslında.

Döneminde katlanılmaz acılara şahit olan bir eleştirmenin "Edebiyatın anlamı, yaşamın anlamı demektir." (Theodor Adorno) sözlerini anımsatmam gerekiyor tam da burada. Edebiyatımızın anlamı, hayatımızın da anlamı aslında. Edebiyat anlamlı bir hayatı bize sunamıyorsa nesnel gerçekliğe estetik bir müdahalede bulunabilme gücünü de zamanla yitiriyor. Edebiyat bir lunapark eğlencesi, bir metrobüs avuntusu, bir kahve dekoru hâline geliyor sonra. Ne acı! Bizi bu avuntudan içinde insana dair izler bulunan, içinden insan geçen şiirler çekip çıkarıyor.

Bir ilk kitap olmasına rağmen Çöl Zamanı'nda Gürkan Vural, bir lunapark eğlencesi olarak algılanan, bir tüketim nesnesi hâline getirilen edebiyatın havasını tek başına dağıtıyor, poetik bilincimize incelik dolu dokunuşlarıyla müdahale ediyor. Çöl Zamanı'nın şiirlerinde "insan" var. Son yıllarda karşımıza çıkan ve pek çok sadık şiir okurunu da şiirden uzaklaştıran sentetik şiirin zerresine rastlamıyoruz. Endüstriyel bir şiir de değil Vural şiiri. Onun şiirinde âşık olan, ayrılan, acı çeken, dünyanın kahreden hâlleri karşısında çaresizlik içinde kıvranan insanın ruhsal dalgalanmalarını görüyoruz. Vural; şiirini hayata poetik olarak müdahale etme, daha nitelikli ve özgür bir yaşamı inşa etme yolunda yeniden yaratıyor, Çöl Zamanı'nda özgün ve çağcıl bir imgesel filarmoni konseri veriyor bizlere.

Gürkan Vural'ın Çöl Zamanı adlı kitabındaki şiirlerinin kavramsal çerçevesine baktığımızda bunların Anadolu'nun kadim geleneklerine yaslanarak oluşturulduğunu görüyoruz. Binlerce yıllık halk geleneklerinin üzerinde yükselen, her bir zerresine kadar melez olmasına rağmen oldukça özgün ve öngörülemez bir kültürel birikimin şiirleri yazılıyor Anadolu'da. Cemal Süreya 60'lı yıllarda Türk şiirinin Anadolu kökenli şairler tarafından yeniden yaratılarak dönüştürüldüğünü savunuyordu. Günümüzde ise şiirimiz, Anadolu kökenli şairler tarafından evrensel değerlerle harmanlanmış bir şiir ile dünya şiirine Anadolu kültürünün damgasını vuruyor, şiirimizi Batı kanonundan koparıp Asya kanonuna doğru taşıyorlar. Asya çağının Anadolucu şiirlerinin yazılmaya başlandığı bir çağda yaşıyoruz ve Asya'nın altın şafağı atmaya başladıkça daha çok şairin Asyalı kavramlarla şiir yazdığını gözlemliyoruz. Gürkan Vural da Asya çağının şiirlerini yazıyor. Şiirlerinde kullandığı yer adlarından tutun da imge oluştururken kullandığı sözcüklere kadar her dizede Anadolu toprağının yağmur ertesi serinliği ruhumuza memleket kokusunu hissettiriyor.

"Bugün, var olanı resmetmeye çalışmak umudu teşvik eden bir direniş eylemidir." (John Berger) Gürkan Vural, Çöl Zamanı'nda tam olarak bunu yapmaya çalışıyor. Bu günün nesnel gerçekliğinde soluk alan bireyin, yaşamın cenderesine karşı mücadele ederken yaşadıklarından hareketle bir yaşanmışlıklar operası sahneliyor ve umudumuzu yeşerten, bizi sanatla direnişe güdüleyen bir "şiir eylemi" örgütlüyor. Uzun zamandır yeni bir şiir eyleminin Arnavut kaldırımlı sokaklarında dolaşmamıştım. Seyyidhan Kömürcü'nün Dünya Ağrısı'ndan bu yana şiir eylemini dizelerinde örgütleyebilen başka bir şair daha okumamıştım. Bu çok iyi geldi bana. Şiirle toplumu dönüştürmenin mümkün olduğunu savunan biri olarak yazdığımız şiirin, okuduğumuz şiirin pratikte bir toplumsal dönüşüme vesile olmasını, poetik bir aydınlanmanın toplumsal bir aydınlanmaya uzanan çileli yolun acılarını tahammül edilebilir bir seviyeye kadar düşürmesini istiyorum. Şiir, bir direniş eylemidir, varlığın maddi yapısının düşünsel yansıması olan dizeler ise bizim bu direnişteki motivasyon kaynağımızdır.

Yeni Ortaçağ hepimizi kuşatıyor. Yaşamımızı çöle çevirmek için elinden geleni ardına koymuyor. Yeni Ortaçağ düzeninin yarattığı zamanın yoz ruhu hepimizi çürütüyor. Aşklarımız da etkileniyor çölün zamanından. Çölde yaşanıyorlar çünkü. Çölün coğrafi hakimiyeti altında alabildiğine genleşemeyen ve bu nedenle de bir kaktüs kadar gelişebilen aşklarımız... Hüzünlü şarkılar gibi suskun adamların, ayrılık şiirleri kadar durgun kadınların çölleşen aşkları... İçinde bulunduğumuz bu zaman -Çöl Zamanı- nasıl da etkiliyor kalbimizde genleşen aşkımızı, susuzluğumuzda yakıcılaşan arzumuzu. "Belki de masumiyeti çoktan unutulmuş bir çölün zamanıydı seni sevmek." Sevgilim, bize masumiyetimizi unutturan bir çölde sevmenin tüm ritüellerini kendi çabamızla gerçekleştirmek zorundayız. Çöl buna izin vermiyor zira! İzin verildiği ölçüde bir aşkı yaşamak zorunda değiliz. Aşkımızı çoğaltıp evrenimizi güzelleştireceğiz. Bu, çöldeki kurak aşklarımızın bize yüklediği kutsal bir misyondur! Aşkımızı omzumuza bir yıldız gibi takıyoruz, çöl zamanının egemen olduğu bu dünyada aşk boynumuzda bir yafta olsa da onu yüceltip yıldızlaştırıyoruz sürekli devinen yaşamımızda.

Çölün zamanında yaşıyoruz. Çölün yokluğunda, yoksulluğunda kaybolan bedenlerimiz bir vaha arzusuyla yanıp tutuşurken kalp kırgınlıklarımızı, kalp yorgunluklarımızı yaşamın acımasız gerçekliğine ulayarak düşlerimizde yarattığımız o ütopyayı nesnel gerçekliğin bir parçası yapmak için bu çirkefin içinde devinerek edip eyliyoruz. Şiir yazıyoruz. Ustalarımızdan öğrendiklerimizle "Umudu dürt / Umutsuzluğu yatıştır" (Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri) diyoruz halkımıza. Çölün kumlarına savrulan dizelerimizin, çölün yokluğunda kaybolan birkaç bîçare bedene çarparak onlara ulaşmasını arzuluyoruz. 21. Yüzyılda şiir yazmanın anlamı tam olarak burada saklı. Çölün içinde yaşıyoruz ama buna rağmen yine de dizelerimizle devrim yapmaya çalışıyoruz kendi çölümüzde. Bu çöl bizim çölümüz! Burası bizim cehennemimiz! Bizim cennetimiz olana kadar asla vazgeçmeyecek, asla susmayacak, asla durmayacağız! "Bu, umutsuzluğun gravürü / Umutsuzluk: tabutuma çakılacak son çivi!" (Salih Bolat, Gravür)

Ey çöl, biz geldik!