Tarihi konu alan popüler romanlara her zaman şüphe ile
bakmışımdır. Aklı başında, bilinçli okurların tamamı da tarihi konu alan
popüler romanlara mesafeli yaklaşır. Bunun temel gerekçesi ise "O tarihi
romanda kimin tarihsel gerçekliği, nasıl bir bakış açısıyla
anlatılmaktadır?" sorusuna makul bir yanıt verilememesidir. Açık
konuşalım, tarihi romanlar özellikle son yıllarda toplumsal bilinçte ideolojik
bir kuşatmayı tamamlamak için yazınsal ideolojik propaganda araçları olarak
kullanılıyor. Son yıllarda birilerinin politik çıkarlarına hizmet etmek
amacıyla, tarihi popüler bir kültür nesnesi olarak kullanarak egemen sınıfların
politikalarını meşrulaştırmayı amaçlayan ve birileri tarafından
görevlendirilmiş kalemşor nitelikli romancılar türedi. O kadar çoklar ki birkaç
namuslu eleştirmenin kişisel çabalarıyla bunların tarihi roman kavramı üzerinde
yarattığı muazzam tahribatı onarabilmesi neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Tarihi popüler bir kültür nesnesi olarak yeniden
üreten romanların büyük çoğunluğu egemen sınıfların çıkarlarına hizmet eden,
egemen sınıfların çarpık ideolojik aklının tarihsel ön kabullerini topluma dayatmak
için yazılmış ucuz propaganda araçlarıdır ve inanılmaz derecede sığdırlar. Bu
romanların bir kısmı ise ezilen sınıfların perspektifinden tarihe bakarak,
tarihi popüler bir kültür nesnesi olarak yeniden üretirler. Bunlar da ilkindeki
romanlar gibi oldukça sığdır; fakat bunlardaki sığlık okuru daha da
seviyesizleştirerek cahilleştirmek amacıyla değil, cahil kitleleri daha da
aydınlatabilmek için kitlenin düzeyine inmek amacıyla yönelinen geçici bir
pratik önlemdir. Mustafa Fırat, Dersaadette Sabah Cesetleri adlı romanında
halkı bir kurtuluş mücadelesi veren Türk milletinin çerçevesinden döneme
bakarak tarihi popüler bir kültür nesnesi olarak yaratmaya çalışırken
egemenlerin safında değil ezilenlerin safında yer almayı tercih ediyor.
Tarihi popüler bir kültür nesnesi olarak romana
taşımak oldukça güç bir iş. Bunu kabul ediyorum. Hatta hatta tarihi popüler bir
kültür nesnesi olarak romana taşırken yukarıda eleştirdiğimiz sığlık çukuruna
düşmeden bunu yapabilmek neredeyse imkânsız bir şey. Genel olarak tarihi
romanlara baktığımızda bu sığlık çukuruna düşmeyenlerin tezli tarihi romanlar
olduğunu görüyoruz. Kemal Tahir'in romanlarını bunlara örnek olarak
gösterebiliriz. Yahut Turgut Özakman'nın yarım asırlık ağır işçiliğinin ürünü
olan romanları da bu kategoride sayabiliriz. Sığlık çukuruna düşenlerin
örneklerini göstermeye gerek bile duymuyorum, merak edenler herhangi bir
kitabevine gidip çok satanlar raflarına bir göz atabilirler. Mustafa Fırat'ın
Dersaadette Sabah Cesetleri adlı romanını tezli tarihi romanlara yakın bir
statüde listeleyebiliriz; çünkü yazar bu romanında sığlık çukuruna düşmeden,
yalın bir anlatımla, hikâyede sarkmalara mahal vermeden derdini anlatmayı
başarabilmiştir.
Gerçekle bağlantısını yitiren roman an itibariyle
Türkiye'de çökmüştür. Edebiyatta postmodern sabuklamaların devri artık
kapanmıştır. Bundan sonraki süreçte nesnel gerçeklikle hiçbir bağı bulunmayan
bu postmodern romanlar ancak bir baharat olarak edebiyat ortamımızı
renklendirebilir. 80'li yıllarda etkin olarak edebiyat piyasasına girmeye
başlayan ve 2000'li yıllarda romanımız üzerinde mutlak hâkimiyetini kuran,
bu hâkimiyetini sığ kitap ekleri ve popüler edebiyat dergileri ile
sağlamlaştıran postmodernizmin zirveden düşüşü başlamıştır. Okur, nesnel
gerçeklikle bağlantısı olmayan bu zırvalara artık tamah etmiyor. Rağbet de
göstermiyor. İlk baskısı matbaadan yüz bin olarak çıkan fakat ikinci baskı yüzü
göremeyen postmodern romanlar çağına geçiş yaptık. Gerçekle olan bağlantısını
tamamen yitirmiş romanlar Gezi sonrası toplumsal ortamımızın estetik bilincine
yeterli gelmiyor. Toplumsal bir tezi olmayan, çarpık politik gerçekliğe edebi
olarak müdahale edemeyen romanlar artık tarihe karıştı. Tarihi tahrif etmek
için yazılan postmodern soslu popüler tarih romanları da artık işlevini yitirmiştir.
Toplum, o romanlarda verilen sulandırılmış tarihi artık hazmedemiyor.
Mustafa Fırat, Dersaadette Sabah Cesetleri adlı
romanını bunun bilincinde olarak yazmış. Romanın ayakları gerçeğe basıyor.
Yazar dönemin toplumsal gerçekliğini edebi alanda yeniden yaratarak başarılı
bir dönem romanı yazıyor. Gerçek hayatta yaşamış, politik mücadeleleriyle
döneme damgasını vurmuş kişiler ile hayali roman kahramanlarını başarılı bir
biçimde aynı hikâyede buluşturacak biçimde sağlam bir hikâye ile anlatısının yapısını
kurmuş. Doğru arsaya sağlam bir temel atmış. Postmodern popüler tarih
romanlarının ön kabullerine itibar etmeden, 19. yüzyılın klasik roman kurgusunu
da kullanarak başarılı bir iş çıkarmış. Hikâyeyi gereksiz ayrıntılara boğarak
sarkıtmadan meramını anlatmış. Mustafa Fırat'ın romanı boğazımızda kekremsi bir
tat bırakan kupaj şaraplara benzemiyor, öküzgözü ile boğazkere üzümlerini
birbirine karıştırıp ikisinin de tadını taşımayan bir ucube yaratmak yerine her
iki üzümü de tek tek sunarak ikisinin de aromasını en güzel biçimde ortaya
koymasını tercih ediyor. Sade, yalın; fakat bir o kadar da kişilik sahibi ve
çarpıcı bir roman bu! Emsallerine benzemiyor, benzemek de istemiyor. Benzemeye
ihtiyaç da duymuyor.
Son yıllarda yayınlanan polisiye romanların büyük
çoğunluğunda "şiddet pornosu" yoğun bir biçimde kullanıldı. Akla
hayale gelmedik öldürme biçimleri icat edildi. Şiddetin en ağır hâli
natüralistlerin de ötesine geçecek bir açıklık ve acımasızlıkla romanda
sergilendi. Şiddet, romanda başrolü kaptı, bir anlamda hikâye ve kurgudan rol
çalarak anlatının merkezine oturdu. Aynı olgu cinsellik için de söz konusu.
Polisiye romanların satışını arttırmak için akla hayale gelmedik cinsel
birleşme sahneleri kullanılarak polisiye romanlar ve cinsellik soysuzlaştırıldı.
Şiddet pornosu ile insan bedeni şeyleştirildi, soysuz cinsel içerikler ile
doğal bir insanî ilişki biçimi olan cinsellik metalaştırıldı. Mustafa Fırat bu
tuzağa da düşmüyor. Nitelikli bir seri katili olan Dersaadette Sabah Cesetleri,
şiddet pornosu ile insan bedeninin şeyleşmesine ve insan cinselliğinin
metalaştırılmasına hizmet etmiyor.
Tarihi konu alan romanlar söz konusu olduğunda politik eleştiriyi göz ardı ederek o romanı incelemeye çalışmak bize somut ve nesnel veriler sunsa bile yapılan eleştiri bu açıdan eksik kalacaktır. Şimdi de Dersaadette Sabah Cesetleri adlı romanı politik açıdan değerlendirelim: Antiemperyalist savaşın dünyadaki en büyük pratik örneklerinden biri olarak gösterilen Kurtuluş Savaşı'mızın hazırlık safhasını teşkil eden mütareke dönemini tarihsel art alanına yerleştiren bir roman bu günün egemenlerinin edebiyat cangılında geçer akçe değildir. Çok satarlar listesinde asla yer almayacak, kitap eklerinin sattırgan övüştürmenleri tarafından hiçbir zaman el üstünde tutulmayacak, piyasanın edebiyat mafyalarının rantiye kitabevlerindeki kiralık raflarda kör parmağım gözüne misali sergilenmeyecek bir roman bu. Belki de bu yüzden, aynı zamanda okunası bir polisiye romandır Dersaadette Sabah Cesetleri. Şimdi ise asıl soruyu sormamızın vaktidir: Makbul sınıfların ideolojik sığlığını, dolap beygiri misali sürekli aynı temalar etrafında eşinen bir üretim çarkıyla yaratan ve semirten bu sözde edebiyat cangılında, Dersaadette Sabah Cesetleri'nin şansı nedir?
Düşük hacmi ve akıcılığıyla bu cangılın ürünlerine
benzemesine rağmen içerik ve yazarın içeriği ele alışındaki organik aydının
yerli bakış açısı bakımından piyasanın sığ ürünlerinden ayrılıyor bu kitap.
Yazarın tutumu bu noktada bizim için çok önemlidir. Birincisi; yazar, bu
kitabını tarihsel olarak milli bir travmanın rantını yemek için mi yazmıştır?
El cevap: Hayır! Neden hayır? Çünkü bugünün modası Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızın
haklı gerekçelere dayandığını vurgulayan bir roman yazarak tarihimizle övünmek
değil, "tarihimizle yüzleşmek" adı altında Ulusal Kurtuluş Savaşı ve
onu zaferle sonuçlandıran kurmay kadroyu yerden yere vurmaktır. İkincisi;
yazar, bu kitabı yazarken kendi meramını mı anlatmayı amaçlamıştır; yoksa
emperyalizmin kültür komiserlerini memnun edecek bir biçimde neoliberal kültür
mafyasının tarihsel tezlerine yapay edebi kanıtlar üretmek için mi bu romanı
yazmıştır? 2017 Türkiye'sinde, neoosmanlı safsatalarının fikir ortamını cebren
esir aldığı bir politik iklimde, 1. Emperyalist Savaş'tan mağlup olarak çıkmış,
yangın yerinden hiçbir farkı olmayan bir devlet karikatürü olarak Osmanlı'nın
mütareke dönemindeki acziyetini açıkça ortaya koyan bir roman yazmak, bu
davranışındaki cüretkârlığın farkında dahi olamayarak, üstüne üstlük bir de bu
romanı bastırmak asla ama asla cezasız bırakılmayacaktır. Antiemperyalist bir
"vatan savaşı" olan Kurtuluş Savaşı'mıza yönelik alerjilerini hiçbir
ortamda saklamayan neoliberal vatansız solun eleştirmen sıfatlı kalemşorları bu
cüreti, hiç olmazsa "sukût suikastı"na maruz bırakarak, asla cezasız
komayacaktır. Bekleyip göreceğiz.
Hâlbuki tarihsel bağlamda bir ibret laboratuvarı
olarak adlandırabileceğimiz Mütareke Dönemi, polisiye romancılarımız için
tükenmez bir kaynak sunmaktadır; fakat yukarıda da bahsetmiş olduğumuz politik
sebepler yüzünden nitelikli edebiyat adamlarımız bu alanda kalem oynatmaktan
çekinmektedirler. Balkan ve Trablusgarp Savaşları ile başlayan, Ulusal Kurtuluş
Savaşı'mızın sonuna kadar geçen tarihsel süreç, polisiye
romancılarımız için tükenmez bir kaynaktır. Bu dönemde yaşanan gerçek
olaylar, polisiye bir kurgu ile ve nitelikli yazarlarımız elinden çıkan
romanlar aracılığıyla günümüz okuruna aktarılabilir. Piyasanın köşe başlarına
hakim olan bir avuç vatansızın oluşturmaya çalıştığı sakat algıya inat, Türk
okuru bu tarz romanlara olan açlığını her fırsatta ortaya koymaktadır. Geçmişte
Turgut Özakman'nın romanlarının yakaladığı satış başarısı bunu tartışılmaz bir
biçimde kanıtlamıştır. Polisiye romancılarımız, dar bir çerçeveyi teşkil eden
İstanbul burjuvazisinin aşk-cinayet-tutku eksenli gerçek hayatı yansılamayan
zorlama hikâyelerinden esinlenerek romanlar yazmak yerine tarihsel ve politik
gerçekliği hinterlandına alan, yaşanmış olayları profesyonelce kurgulayan
tarihsel-politik polisiye romanlar yazmalıdırlar. Okur, bu romanlara açlığını
her fırsatta ortaya koyuyor. Günümüzde yaşanan politik olaylardan bile
esinlenerek -abartmıyorum- binlerce polisiye roman konusu çıkarılabilir. Türk
okuruna soruyorum bu soruyu: Burjuvazinin işçi ve köylü sınıfını aşağılamayı
amaçlayan ideolojik gözlüğüyle üretilmiş, katili ya hizmetçi ya da uşak çıkan
polisiye romanlar okumaktan sıkılmadınız mı? Ben çok sıkıldım.
Siz de çok sıkıldıysanız seri katili hizmetçi ya da
uşak çıkmayan bir polisiye roman olarak Mustafa Fırat'ın Dersaadette Sabah
Cesetleri adlı romanını okuyabilirsiniz. "Bir Ali Canib Polisiyesi"
alt başlığıyla yayınlanan bu romanın çok yakın bir zamanda devamının da
geleceğine inanıyorum. Bakalım, bir sonraki kitapta, Mütareke Dönemi'nin
vatansever ve acar komiseri Ali Canib, seri katillerin hakkından nasıl gelecek?
Bekleyip birlikte göreceğiz.
*Dersaadette
Sabah Cesetleri, Mustafa Fırat, Mühür Kitaplığı, 2016