4 Nisan 2020 Cumartesi

MAFYOKRATİK EDEBİYATIN ELEŞTİRİSİNE KATKI

"Edebiyat ki, bir bakıma sosyo-kültürel kişiliğimizin söz ve yazı halinde kendini dışa vurması demek: Kâh kendisi toplumu belirleyen, kâh toplumla biçimlenen, fakat hangi surette olursa olsun sosyal varlığımızı olduğu gibi aksettiren ifade ve sembollerin toplamı olarak önümüze seriliyor."
Sabri F. Ülgener, İktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası

"Özgürlük yalnızca, hayatın tehlikeye atılmasıyla elde edilir... Hayatını ortaya koymamış bir birey, kuşkusuz bir kişi olarak tanınabilir; fakat o, bağımsız bir özbilinç olarak bu tanınmanın gerçeğine erişememiştir."
Georg Hegel, Tinin Görüngübilimi, Çev: Aziz Yardımlı, İdea Yay., s233, 1986

Emperyalist kapitalist sistem mafyokratik bir rejime doğru evrilirken bu dönüşümün edebiyat ve sanat camiasına da bir şekilde yansıyacağını iddia etmek için kâhin olmaya gerek yok. Bu dönüşüm hızla edebiyat sanat ortamına da sirayet ediyor. Egemenlerin sınıfsal yapısındaki dönüşümler, egemenlerin üst yapı kurumlarını oluşturan sanatta ve edebiyatta da gözleniyor. Zorbaca bir mafyokratik politik iklime giren dünya, edebiyatını da birtakım mafyokratik ilişkilerin egemen olduğu bir mecraya doğru sürüklüyor. Mafyokratik ekonomik ilişkilerin yarattığı politik kasırga, edebiyat ortamındaki poetik fırtınaların yürütücü motoru haline geliyor. Birbiriyle dirsek temasında bulunan tüm toplumsal unsurlar arasında zorunlu bir etkileşim meydana geleceğini savunan sosyoloji kuramına göre düşünecek olursak bu durumun edebiyata yansımaması neredeyse imkânsızdır. Mafyokrasi ile yozlaşan ekonomik ilişkilerin yarattığı toplumsal ortamın kültürel üst yapı kurumlarından biri olan edebiyatta da aynı yozlaşmanın yansımalarını açıkça görüyoruz. Önceleri sadece duruma içeriden vâkıf olan kimselerin ayrıntılarını bildiği bu yozlaşma, artık uzaktan bakanların bile açıkça görebileceği boyutları aşmış durumda.

Artık sanata ve edebiyata, sanatın ve edebiyatın dışında toplumsal görev ve sorumluluklar yüklemenin küçümsendiği bir yüzyılda yaşamayı, bizim gibi yeminli kapitalizm düşmanı birkaç inatçı keçi dışında, ülkenin kâhir ekseriyeti kanıksamış durumda. "Edebiyat ve sanat ne içindir?" sorusuna masumâne bir üslüpla "Sanat, sanat içindir." yahut "Sanat toplum içindir." yanıtlarının verildiği dönemi gerilerde bırakalı yüz yıldan fazla oldu. Ülkemizde de, en azından 48 yıldır, "Sanatın ve edebiyatın sınıfsal kökenleri" üzerine eğilen şairler, yazarlar, eleştirmenler bir elin parmaklarını geçmiyor. Sanat ve edebiyatta toplumculuğun "modası geçti". Sanat ve edebiyata "etik" bir görev yükleyen yazar şairleri bir kenara bırakalım "edebiyat etiği" denen bir olgu kalmadı. Kavramsal olarak "etik" artık edebiyat gündemini işgal etmiyor. "Sanat, sermaye içindir." herkesin bildiği fakat hiç kimsenin kamuya açık ortamlarda telaffuz etmeye cesaret edemediği bir hakikat hâline geldi.

Edebiyatı ve sanatı kendi küçük çetelerinin çıkarlarına hizmet eden kârlı bir üretim aracı hâline getiren yazar ve şairlerin örgütlediği mafyokratik bir edebiyat ortamında "Edebiyat ve sanat piyasa içindir, sermaye içindir." tezi bile ilerici bir tez olmaya başladı bence. Zira ideolojik mahalleleri içinde çeteleşen, mafya-tarikat-gladyo şeytan üçgenine teslim olmuş bir edebiyat ortamı, Ortaçağ'ın küçük grupçu ve gericiliğin en dip noktası olan mezhepçi yaklaşımının leş kokan paradigmalarını yeniden uygulamaya geçirdiği için kapitalist üretim ilişkileri bağlamında piyasanın arzularına göre üretim yapan yazar ve şairlerin bile gerisindedir. Piyasa edebiyatı bile bu "çetecilere" göre ilericidir, hattâ giderek işi abartıyorum, piyasa edebiyatı bile bu mafyokratik edebiyata göre devrimcidir. 

Kendi öz gücü ile bir yere gelmek yerine birtakım kriminalize çete ilişkileri kurarak bir yerlere gelmeye çalışan şair ve yazarların ülkesi hâline geldik. Mafyokratik bir örgütlenmeyle birbirini parlatan birkaç şair ve yazarın sultası altındaki edebiyat ortamında farklı bir sesin yükselebilmesi, kendisine bir alan açabilmesi imkânsıza yakın bir derecede zordur. Bunların biraz daha evrimleşerek gelişmiş, birtakım entellektüel ortamlarda tanınmışlığın da verdiği güçle semirmiş cinsleri işi daha da ilerleterek bir sonraki aşamaya geçmişlerdir: Sırtlarını herhangi bir tarikata, cemaata, iktidar partisine, muhalefet partisine, merdivenaltı sol partilere ve fraksiyonlara dayayarak yükselme aşamasıdır bu. Bunlar, bir şair ve yazarın kimler tarafından piyasaya pompalandığını bilmeyen okurlar için çok büyük bir tehlike yaratırlar. Okur, dirsek teması ile ödül verdirilen şair ve yazarları bir şey zanneder, onların beş para etmez kitaplarını okuyarak yozlaşır, içinde edebiyatın esamesi okunmayan kitaplarla sistemli bir biçimde okurun bilinci dumura uğratılır. 

Sırtını herhangi bir tarikata, cemaata, iktidar partisine yaslayarak yükselen şair ve yazarlar ne kadar onursuz ise sırtını herhangi bir sol fraksiyona, partiye, sol görüşlü olduğu söylenen bir anamuhalefet partisine dayayarak yükselen şair yazarlar da o kadar onursuzdur. Sistemin yazara sunduğu gazete köşeleri, televizyon ekranları, radyo programları, dergi sayfaları vs sistemin devamlılığını sağlama görevini kabul eden şair yazarın hizmetine sunulan ideolojik aygıtlardır. Bir şair ve yazar kendisine sunulan yüksek makam, koltuk, tv ekranı, dergi sayfası, ödül mekanizması gibi yozlaştırıcı ideolojik aygıtlara karşı direnebildiği ölçüde büyüktür. Oysa bu ideolojik aygıtlar tarafından teslim alınan şair yazarlar Türk Edebiyatı'nı hızla yozlaştırırken bir yandan da okur üzerinde hegemonya kuran bir entellektüel ideolojik iklim yaratılarak kültürel bağlamda güdülmeye hazır "geleceğin insanı"nın prototipi inşa edilmektedir.

Bu amaca hizmet için belli bir biçimde düşünen insan türü yaratılmalıdır. Sağcı, solcu da olsa fark etmez, bunlar kendisine tanınan görece özgür bir düşünce iklimi içinde tanımlanmış sınırlar dâhilinde hareket eden bir insan tipidir. Sağcı şair yazar çeteleri de solcu şair yazar çeteleri de aynı büyük amaca hizmet etmek için çalışmaktadır. Her iki grup da ulusal kültür ve edebiyatı linç etmek, yozlaştırmak, piyasanın ürettiği malları sorgulamadan satın alıp hızla tüketen görece bir seçme özgürlüğü de bulunan uysal köleler yaratmak için çaba ortaklığı yapmaktadır. Sağcı şair yazar çeteleri de solcu şair yazar çeteleri de kendi paradigmalarının dışında bir fikri savunan, bu fikre dayanan şiir, yazı vs üreten özgür ve bağımsız bir şair yazarı boğmak için eylem birliği yaparlar. Sükût suikastından başlayarak her türlü baskı ve şiddet aracını kullanarak özgür ve bağımsız düşünen bir yazarı elbirliğiyle boğarlar. Bunlara göre karşıt bir edebiyat çetesine dâhil olarak onların aleyhinde çalışmak bile özgür ve bağımsız çalışmak kadar tehlikeli değildir. Bu sebeple bağımsız şair ve yazarlar, karşıt görüşlü edebiyat çetesine dâhil olan bir şair yazardan daha fazla baskı ve şiddete maruz kalırlar. 

Sistemin içinde bir şair ya da yazar olabilmek için mevcut sistem içinde bir ağırlığı bulunan herhangi bir edebiyat çetesine mensup olmanız gerekmektedir. Bu çetelerin herhangi birinin liderine biat etmeden, itaat etmeden kitaplarınız basılmaz, basılsa bile dağıtılmaz, dağıtılsa bile kitabevlerinin raflarında ön sıralarda sergilenmez. Edebiyat çetelerinin temsilcileri tarafından ele geçirilmiş edebiyat dergilerinde ve gazetelerin kitap ekleri ile kültür sanat sayfalarında yeni çıkan kitaplarınız tanıtılmaz. Okurun sizi bilmemesi, duymaması, okumaması için her ne gerekiyorsa yapılır. Herhangi bir edebiyat çetesine bağlı olmadığı bilinen yazar ve şairlerin kitapları kitabevlerinde tutunamaz. Ama karşıt görüşlü dahi olsa herhangi bir edebiyat çetesine bağlı olduğu bilinen bir yazarın kitabına dokunulmaz. Çünkü o kitaba baskı ve sansür uygularlarsa karşıt görüşlü edebiyat çetesinin toplu bir biçimde savunmaya geçeceğini çok iyi bilirler. Bu edebiyat çetelerinin yırtıcı hayvanlarla pek çok ortak noktaları vardır. Belli bir avlanma sahaları vardır ve mecbur kalmadıkça bu yırtıcı hayvanlar birbirlerinin alanlarına müdahalede bulunmazlar.

Bu kafakola alma sisteminden bir şekilde kurtulan ya da önceden belli bir edebiyat çetesine dâhil olmasına rağmen artık dokunulmazlık elde edebilecek kadar çok ve her kesimden yeterli sayıda okurun ilgisine mazhar olmuş şair ve yazarlar her dergide şiir yazı yayımlatabilme, her kitabevinde kitaplarını rafların ön sıralarında sergiletebilme, bütün gazetelerin kitap eklerinde kitabını tanıttırma hakkına sahip olabilirler. Bu şair ve yazarlar hiçbir zaman içinden çıktıkları edebiyat çetesine karşı bir harekette bulunmadıkları gibi diğer edebiyat çetelerine karşı da çok ağır bir suçlayıcı hareket içinde olmazlar. Sade suya tirit yazılarla, ne şiş yansın ne kebap anlayışıyla herkese gülücükler dağıtarak kitaplarını pazarlarlar. Omurga sahibi bir eleştiri yazdıkları görülmüş değildir. Meselesi olan bir kitap yazdıkları vâki değildir. Bu yüzden sağdan soldan tüm dergiler kendilerine açıktır. Kendilerine sayfalarını açan her edebiyat çetesinin dergisinde şiir, yazı, söyleşileri yayınlanır. Omurgasızlıkta o derece çağ atlamışlardır ki cemaat gazetesinden söyleşi teklifi gelse ona bile hayır diyemezler. Hatta yıllarca bir cemaat gazetesinde köşe yazmalarına rağmen hâlâ sol çevrelerde saygın bir yere sahip olurlar. (Bu konuya daha sonra ayrıntılı olarak değineceğim.)

Edebiyat çetelerinin en acınası edebiyatçı tiplerinden biri de gençliğinde ucundan köşesinden "solculuğa bulaşmış" olan şair yazarlardır. Bir şekilde kendilerini bir sendikanın danışmanlığına, sol görünümlü ana muhalefet partisinin kültür sanat kurullarına, belediyelerin kültür sanat bürolarına atmışlardır. Oralardan beslenirler. %0.001 oy alan radikal sol partilerin dergi ve gazetelerinde günlük ya da haftalık yazarlar. Radikal solcu dostlarıyla çöktükleri rakı sofralarının hesabını CHP'li belediyelerin kültür dairelerine yıkmakta oldukça mahirdirler. Sendika hesabından yine sendikaların sahil kasabalarındaki sosyal tesislerinde de aynı yoz hayatı sürdürürler. Herhangi bir emekçi kahvehanesinde 15 dakika siyasi konuşma yapıp da emekçilerden dayak yemeden oradan çıkabilme ihtimalleri olmadığı için sadece kapalı devre “radikal solcu elitler”in toplantılarında atıp tutarlar. Çıkardıkları dergilerin baskı maliyetini sözde solcu belediyelerin kültür sanat dairelerine havale etmek konusundaki başarıları yüzünden o sol parti o belediyeyi kaybedene kadar batmadan çıkabilen edebiyat sanat dergileri çıkarırlar. Bu yüzden "dergi emekçisi" ayaklarına yatarak ölene kadar edebiyat camiasında hüküm sürebilirler.

Bu küçük edebiyat çeteleri yurt dışında da etkindirler. Yurt dışında yeni türeyen herhangi bir sanatsal akımın Türkiye acenteliğini kimselere kaptırmadan alırlar ve hakkıyla da yaparlar. Bir köpek çobanına karşı ne kadar sadık ise bunlar da emperyalist kapitalist sistemin kültür odaklarına o derece sadıktır. Bunlar için en uygun adlandırma "emperyalizmin tasmasız köpekleri" olacaktır. Bu sayede kitapları yabancı dillere çevrilir. Emperyalist kapitalist sistemin kültür odaklarının Türkiye acenteliğini yapmakla mükellef bu kimselerin kitapları yine bu odakların yetişmiş elemanları tarafından yabancı dillere çevrilir, emperyalistlerin kurduğu birtakım sözde vakıflar tarafından fonlanan yayınevlerinden kitapları basılır. Uyarına gelirse birkaç edebiyat ödülü de verilerek emperyalizmin ülkemizdeki kültür acenteliğini yapan şair, yazar ve sanatçılar "onurlandırılır." Onlar da üzerlerine düşen vazifeyi emir eri sadakatiyle icra etmeye devam ederler. Daha önceden emperyalizm tarafından devşirilmiş bir şair, yazar çetesine giren genç bir şair-yazar da o çetenin imkânlarından yararlanır. Çetenin ve emperyalizmin emirlerine gösterdiği sadakat oranında o da "onurlandırılır." Böylece nesiller boyunca süren bir komprador aydınlar kuşağı yaratılır. Basın yayın organlarında istihdam edilen bu komprador aydınlar sayesinde halk yönlendirilir. Emperyalizmin politikalarına karşı gelmeyen yahut en azından tepki göstermeyen bir ahmaklar toplumunun yaratılması için ne gerekiyorsa yapılır. 

"Türk aydını kültür emperyalizminin ajanı durumuna düşürülmüş, üreticisiyle bağları koparılmış. Aslında kozmopolit kıyı şehirlerindeki levanten kompradorları nasıl emperyalizmin ekonomik ayakları ise, yine bu şehirlerde üstelik o levanten kompradorlarla aynı hayatı paylaşan aydınlar kültürel ayakları olmuşlardır." (Attilâ İlhan, Hangi Batı,Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mart 2017, İstanbul, s 209) Attila İlhan, bu yazıyı kim bilir ne zaman keleme aldı, kaç yıldır aynı kafakola alma mekanizması işlemeye devam ediyor, komprador aydınlar edebiyatımızı ve genel olarak kültür dünyamızı zehirliyor. Bakınız bu konuda Cemal Süreya şöyle diyor: "Türkiye'de birtakım sanat klikleri adamlarını yabancı ülkelerde tanıtma bakımından bazı imkânlara daha fazla sahiptir. Türk edebiyat ve sanatını aile albümüne çevirmekten haz duyan bazı çevreler dışarıya karşı edebî değerin hem yapımcısı hem de ihracatçısı olmayı, daha doğrusu böyle görünmeyi başarmıştır. Oysa bunların karşısındaki gruplarda bu olanaklar fazla yoktur." (Cemal Süreya, Papirüs'ten Başyazılar, YKY, 2015, s88) Ne kadar da demokratik bir cangıl, değil mi? Afrika savanalarında hüküm süren vahşi sırtlan sürüleri bile bu edebiyat çetelerinin yanında daha demokratiktir. Yıllar geçiyor, devran dönüyor, ama aynı isimler hâlâ kültür ve edebiyatın başköşesinde kalmaya devam ediyor.

Herhangi bir etnik kimliği ya da mezhebi öne çıkararak onun üzerinden edebiyat ve sanat piyasasına dâhil olmak da oldukça etkin bir yöntemdir. Herhangi bir etnisitenin milliyetçisi olmanız, o etnik gruba dâhil olan insanların faydalanacağı birtakım fırsatlardan tam zamanlı olarak yararlanmanızı sağlar. Bölücü bir terör örgütü emir verdiğinde bildiri yazıp imza attığınız anda o etnik kökenin etkin olduğu dergi, gazete ve internet sitelerinde kitaplarınız tanıtılır, onlara ait kitabevlerinde kitaplarınız ön raflara taşınır. O etnik kökenin siyasetini yapan partinin politik desteği ve baskısı ile kültür sanat ortamlarına etnik bölücü kontenjanından dâhil edilirsiniz. Aynı durum mezhep çeteleri için de geçerlidir. Herhangi bir mezhebin kültür sanat alanındaki temsilcisi olmak, o mezhebin kültür sanat çetesinin azılı bir mensubu olarak piyasada bilinmek pek çok kapıyı size kolayca açar. Ortaçağ'dan kalma toplumsal kurumlardan biri olan mezhep yapılanmalarının 21. Yüzyılın kültür ve sanatına egemen çeteler hâline gelmesi günümüzde aydın sayılan kimselerin ne kadar acınası bir durumda olduklarının da açık bir yansımasıdır. Mezhepçilik dinsel ve siyasal bir pisliktir, bu çetenin mensupları o dinsel ve siyasal pisliği sanata da bulaştırmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. 

Mafyokratik edebiyatın neoislamcı kanattan şair ve yazarlarının durumu da çok farklı değil maalesef. Sırtını Türkiye şartlarında ortalamanın üzerinde mürit sayısına sahip bir cemaat ya da tarikata dayayan İslamcı bir şair ve yazarın sırtı yere gelmez. Bastırdığı her kitabın 2., 3. baskıları görmesi neredeyse garanti altındadır. Cemaat, tarikat şeyhi bu kitap okunacak dedikten sonra hangi mürit ona muhalefet edebilir? İkinci yol ise iktidardaki İslamcı partinin şeksiz şüphesiz yandaşı olmaktır. Hem makbul bir cemaat-tarikat hem de İslamcı iktidar partisiyle sağlam bağları olan şair yazar ise krallığını ilan etmiş sayılabilir. İktidara yakın gazetelerde maaşlı köşe yazarlığı, iktidar belediyelerinin kültür sanat etkinliklerinde her türlü masrafı belediyenin kültür dairesi tarafından karşılanan edebiyat etkinlikleri onun hizmetine sunulur. Kitapları iktidar belediyeleri tarafından satın alınıp okullara bedava dağıtılır. Belediyelerin düzenlediği kitap fuarlarında adı parlatılır. Ayrıca İslamcı bir edebiyat-sanat dergisi çıkararak derginin bütün maliyetini iktidardaki İslamcı partinin belediyesine yıkanları da vardır. “Bunlar hangi dergiler?” diye soranlar, herhangi bir kitabevine girip dergi rafına gitsin, oradaki İslamcı edebiyat dergilerini alıp baksın, arka kapak ilanını hangi belediye vermiş, kapağın iç bölümlerindeki ilanlar hangi belediyeden gelmiş bir bakıversin. Gerçeği görür. Bir sonraki ay yine aynı dergilerin kapaklarını kontrol etsin. Kombine reklam veren belediyeleri de bir görsün. Ne anlatmak istediğimiz o zaman daha net anlaşılacaktır. Kısacası İslamcı camiada da mafyokratik edebiyatın biat-haraç sisteminden farklı bir düzen göremeyeceksiniz.   

Şiir ve yazılarını dergilerde yayınlatmak isteyen genç şair ve yazarları acımasız bir çark bekliyor. Tam anlamıyla bir biat-haraç düzenidir bu. Mafyokratik edebiyat, sistemin devamlılığını sağlamak için doğal olarak sistemin içine yeni genç şair yazarlar sokmak zorundadır. Fakat bunun için bir takım kafakola alma taktikleri ve biat-haraç mekanizmaları işletir. Nasıldır? Anlatalım: Öncelikle dâhil olmak istediğiniz edebiyat çetesinin dergisine sosyal medya hesapları üzerinden takipçi olursunuz. O derginin sosyal medya hesaplarında paylaşılan içeriklerinin altına övücü yorumlar yaptıktan sonra siz de kendi sosyal medya hesabınızda paylaşırsınız. Sonra da uygun bir vakitte dergiye abone olursunuz. Bir yıllık abone ücretini peşin olarak yatırdıktan sonra her türlü imgesel sabuklamanız şiir diye, her türlü serbest çağrışım denemeniz özgün bir hikâye diye, her türlü sade suya tirit kitap tanıtım yazınız derin ve entellektüel eleştiri diye basılır. Siz sağ biz selamet! Kitap mı bastırmak istiyorsunuz? Aynı haraç mekanizması işliyor. Tek fark var. 5250 liralık (10.01.2019 fiyatlarıyla) baskı ücretini verdikten sonra her türlü kitabı bastırıp kitap fuarlarında imza günleri bile düzenleyebilirsiniz. 

Genç bir şair-yazarsınız, şiir piyasasında sizi tanıyan kimse de yok, kendinizi piyasaya tanıtmak istiyorsunuz. İşlem çok basit. Çöpe atılacak 10 bin liranız varsa o iş çok kolay. Öncelikle amacınıza hizmet edecek sizin gibi genç ve ahmak olan 20-30 şair adayını bir çatı altında topluyorsunuz. Sonra saman kâğıdına basılan 32 sayfalık bir şiir dergisi çıkarıyorsunuz, haklı olup olmadığınızı hiç önemsemeden sizden önce gelen şairler kuşağına acımasız bir eleştiri meydan savaşı başlatıyorsunuz. Öyle sözler ediyorsunuz ki bu şairlerden birini sokakta görseniz kanlı bıçaklı kavga çıkacak. Sonuçta saman kâğıdından 32 sayfalık derginiz birinci yılını doldurmadan batıyor; fakat sizin saldırdığınız şairlere düşman olan diğer şairler ile sarsılmaz bir amaç birlikteliği kuruyorsunuz. Artık o çetenin bütün yayın organlarında şiirleriniz-yazılarınız basılabiliyor. Ayrıca dergi batarken "Filanca şair kuşağının kurduğu faşist kanona ve şiiri yozlaştıran adaletsiz düzene şöyle direndik efendim, böyle direndik efendim; ama yine de sürdüremedik. Edebiyat ortamı, filanca kuşağı eleştiren bir derginin varlığına tahammül edemiyor, farklı seslere izin vermiyor." diye ağlaşarak sade suya tirit solculuk da yaptınız mı tadından yenmez olur! Adı sanı bilinmeyen genç şairler! Mafyokratik edebiyat sirkine hoş geldiniz!

Mafyokratik edebiyatın devamlılığını sağlama konusunda büyük bir işlev üstlenen ödül mekanizmasındaki yozlaşmanın boyutlarını görmek isteyenler kısa bir Google taramasından sonra oldukça ilginç verilere ulaşabilirler. Bir edebiyat ödülünü 30 yıllığına kiralayan yayınevlerinden tutun, jürisinde olduğu ödülü alan jüri üyelerine kadar geniş bir yelpazede dehşetengiz ve iğrenç ödül hikâyeleri bulacaksınız. Emin olun ki o yazılarda anlatılanların tamamındaki "kişi ve kurumlar tamamen gerçektir." Günümüzdeki ödül mekanizmasının çıplak gerçekliğini anlatan bir roman yazsak "gerçek dışı edebiyat, bilim kurgu" türü başlığı altında değerlendirilir. Bu faslı fazla uzatmayacağım, dileyenler bu konu hakkında diğer yazarların yazdıklarını uzun uzun okuyup hayretler içinde kalabilirler. Ben kendime yetecek miktarda okuyup hayretler içinde kaldım, siz de kalın, şifalı oluyor. 

SONUÇ  

Ey okur! Edebiyat camiasındaki bu çeteleri ve bu çetelerin elebaşlarını iyi tanı! İrin dolu yazılarıyla senin körpe bilincini yozlaştırmalarına izin verme! Edebiyat çetelerinin ürettiği mafyokratik bir edebiyatın uysal kölesi olma! Eşek eşeğin sırtını ödünç kaşır anlayışıyla kapalı devre çete ilişkileriyle verilen edebiyat ödüllerine itibar etme. Omuzlarının üzerinde kendi kafasını taşıyan özgür bir birey, hür bir yurttaş ol! 

Ey şair-yazar! "Aman şiirim, yazım bir dergide yayınlansın da ne olursa olsun!" deme! Edebiyat çetelerine dâhil olup da zihnini, bilincini, beynini kiraya verme! İki üç ödül alacağım, elime ödül verecekler diye ciğeri beş para etmeyen sözde edebiyat otoritelerinin önünde diz çökme, köpekleşme! Çok okunup da mafyokratik edebiyatın düzeninde önemsiz bir çark olacağına az okunup özgür bir edebiyatın münzevî şair yazarı ol! Omuzlarının üzerinde kendi kafasını taşıyan özgür bir birey, hür bir yurttaş ol!

Bu mafyokratik edebiyatın çürümüş ilişkiler örüntüsünü yıkıp parçalamak ve onun yerine daha âdil, daha özgür bir edebiyat düzeni ikame etmek için hayatımızı ortaya koyarcasına bir devrimci mücadele vermek zorundayız. Yoksa özgürlüğümüze kasteden bu emperyalist-kapitalist sistemin kültür sanat camiasındaki uzantıları kazanacak. Onların kazanmaması için topyekûn bir başkaldırı ve örgütlü bir edebî isyanı ateşlemek şarttır. Yoksa bu mafyokratların düzeni böyle sürüp gidecektir.

Yukarıda gerekçelerini sunarak özetlediğim "mafyokratik edebiyat" yapılanmasının içinde bir çark olmayı reddediyorum. Bağımsız ve özgür bir yazar olmanın olanaklarını yaratmak için mücadele etmeye başlıyorum. Bu kişisel isyanın kitlesel anlamda bir karşılığının olmadığını biliyorum. Bu yüzden "reddediyorum."

REDDEDİYORUM!

1. Mafyokratik edebiyatın kafakola alma mekanizmalarının içinde herhangi bir çark vazifesi görmeyi, birtakım edebi güç odaklarının menfaati uğruna aklımı kiraya vermeyi, düşüncelerimi başkalarının alçak emelleri uğruna yok saymayı reddediyorum.

2. Kendi bütçemden para ayırarak kitap bastırmak zorunda bırakılmayı, nakit paran kadar kitap bastır anlayışını, bu anlayışı meşrulaştıran mevcut ekonomik, kültürel ve politik ortamın baskılarına boyun eğmeyi reddediyorum. 

3. Kitaplarımı bastırarak bir şekilde okurla buluşturmak için herhangi bir tarikata, cemaata, siyasi partiye, sendikaya, sol örgüte, emperyalizm destekli Gladyonun kültür odaklarına boyun eğmeyi, onların kadrolu kültür ajanı olmayı reddediyorum. 

4. Şiir ve yazılarımı yayınlatabilmek için edebiyat dergilerine abone olma şartının ileri sürüldüğü mevcut edebiyat dergilerinin çürümüş basım yayın çarkına dâhil olarak sırf bir dergiye abone oldum diye şiir ve yazılarımın o dergide basılmasını reddediyorum. 

5. Saman kağıdından bol renkli dergiler çıkarıp körpe ergen bilinçlerin duygusallığını sömürerek kafe zincirleri açıp rezidans sahibi olan sözde solcu zerzevatın edebiyat camiasındaki mutlak hakimiyetini reddediyorum. 

6. Sırf kendi adımı parlatmak için birkaç yıl içinde batacağı kesin olan, sadece kendi kaynaklarımdan beslenen bir edebiyat dergisi çıkararak o dergide edebiyat ortamında gündem yaratacak sansasyonel yazılar kaleme alıp yapay gerginlikler çıkarmayı reddediyorum. 

7. Kimsenin gelip şiir kitabı satın almadığı bir sosyolojik ortamda düzenlenen kitap fuarlarında dört saat bir imza masasında dikilip her seferinde en fazla 3 tane şiir kitabı imzalayarak evime yine ellerim bomboş dönmeyi reddediyorum.

8. Genç bir şair yazar olarak edebiyat ortamında adımı duyurana kadar bir ağabeyin, bir ustanın, bir üstadın emir erliğini yaparak, onun hizmetkârı ve kadrolu övücüsü olup uşaklaşmayı reddediyorum. 

9. Gazetelerin, edebiyat dergilerinin, edebiyat üzerine yayın yapan internet sitelerinin yazı ve şiirlere herhangi bir ücret ödemeden (telif) bunları alıp yayınladıktan sonra gelirlerinden gelen parayı yazarlarla paylaşmamasını reddediyorum. 

10. Kerameti kendinden menkul editörlerin sizin yazınızı kesip biçip kuşa çevirdikten sonra sanki ortaya çıkan bu kuşa çevrilmiş yazı size aitmiş gibi yayınladıkları editör sultası düzenini reddediyorum. 

11. Kapitalist-emperyalist kültürel iktidar odaklarının etki ajanı olarak çalışmayı kabul etmenin karşılığı olarak bütün kültür-sanat mecralarında tanıtılmayı, övülmeyi, okura dayatılmayı, buna karşılık olarak da kültür-sanat ortamlarında kullanışlı bir aptal sıfatıyla sahibinin sesi olmayı reddediyorum.  

12. Şair-yazarların birbirlerini desteklemek için çete benzeri yapılanmalar içine girerek sadece birbirlerinin yazı ve şiirlerini öne çıkaracak bir biçimde konumlanmasını, edebiyat-sanat ortamındaki bu çete düzenini reddediyorum.

13. Ömründe tek bir gün dahi ücretli bir işte çalışmamış olmasına rağmen solculuktan geçinen şair ve yazarların işçi sınıfının içinden çıkıp gelmiş has emekçi şair ve yazarları yok saydıkları bir sahte solcu edebiyat düzenini topyekûn reddediyorum. 

Bunlar ve bunlara benzer pek çok gerekçeye dayanarak ana akım edebiyat dünyasındaki tüm faaliyetlerimi sonlandırıyorum. Yer altına iniyorum.

3 Nisan 2020 Cuma

MUSTAFA SOLAK'IN "GAYRİMİLLİ EĞİTİM" KİTABINDAN HAREKETLE "MİLLÎ EĞİTİM"İN YENİDEN İNŞASI ÜZERİNE...

Hiç düşündünüz mü? "Elitist Kemalist cumhuriyet rejimi" diyerek aşağılamaya çalıştığınız dönemin insanları devleti baştan aşağı yeniden inşa ederken iki bakanlığın adına özellikle "millî" ifadesini neden getirmişler? Biri "Millî Savunma Bakanlığı"! Bunun adında niçin millî ifadesinin olduğunu az çok anlayabiliyoruz; fakat birkaç istisnai durum olmakla birlikte bütün dünyada "Eğitim Bakanlığı" olarak anılan bir bakanlığa niçin "Millî Eğitim Bakanlığı" demiş bu "elitist Kemalistler"? Akşam rakıyı fazla kaçırdıkları için sabah kopyala yapıştır yapmış olabilirler değil mi?

Saçmalamayı bir kenara bırakalım. Yukarıdaki gibi düşünenler varsa çevrenizde onlar da saçlamalayı bıraksın artık. Ellerini vicdanlarına koyup vatansever ve fedakâr oldukları konusunda zerre kadar şüphe duymadığımız Kemalist kadroların hakkını versinler. Cumhuriyeti kuran Kemalist kadroların tamamı neyi ne amaçla ne hedefle yaptığını bilen, ülkemizin ve dünyanın nesnel gerçeklerini doğru bir biçimde analiz edebilen, her bakımdan yetişmiş, donanımlı vatansever kadrolardı. Bir bakanlığın adına "millî" ifadesini getirirken kırk kere düşünüp bir kere karar vermişlerdir.

Eğitim millî olmalıdır. Peki, neden? Her bakımdan donanımlı çağdaş bireyler yetiştirmenin yolu millî eğitimden geçer. Millî olmayan bir eğitimle de çağdaş bireyler yetiştirilemez mi? Tabiî ki millî olmayan bir eğitimle de çağdaş bireyler yetiştirmeniz mümkündür; fakat bu bireyler çağdaş olmalarına rağmen ülkesinin çıkarlarını savunmayan, emperyalizme karşı direnmeyen, emperyalizme karşı direnmeyi bir yana bırakalım emperyalistlerle işbirliği içinde çalışan, düşman ordusuna askerlik eden komprador bireyler olurlar. Bugün ülkemizde her bakımdan çağdaş bir hayat tarzını benimsemiş olmalarına rağmen emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden komprador aydınların mebzul miktarda olmasının temel nedeni işte bu gayrimillî eğitim yapılanmasıdır. Millî bir eğitim alan bireyler ise emperyalizme karşı örgütlü bir direnişin içinde olurlar. Dünyada esen kuvvetli politik rüzgârlara kapılıp, başka ülkelerin çıkarlarını kendi ülkelerinin çıkarlarından üstün görmezler. Her açıdan bağımsız düşünebilen, özgür bireyler yaratmanın yolu millî bir eğitimden geçer. Eğitimi millî olmayan ülkelerin eğitim sistemi, emperyalizmin hesabına çalışan çağdaş köleler yetiştirir.

Mustafa Solak'ın Gayrimillî Eğitim kitabında Türk Eğitim Sistemi'nin nasıl bu günkü haline getirildiği kademe kademe anlatılıyor. İlk aşamada 40'lı yıllardan itibaren Türk eğitiminin ABD emperyalizminin güdümüne nasıl sokulduğunu öğreniyoruz. Bu noktada ülkemizin bütün kurumlarına sızan Gladyo yapılanmasının eğitim kurumlarına da nasıl sızdığını, Türk eğitim sistemini yönlendiren kurullarda karar alıcı mekanizmaları nasıl ele geçirdiğini öğreniyoruz. Ele geçirilen bu karar alıcı mekanizmalar sayesinde ülkemizin eğitiminde hâkim kılınan Amerikan pedagojisinin yozlaştırıcı dehlizlerinde kaybolan Türk eğitimcisinin çaresizliğini daha iyi anlıyoruz. Bizim pratiğimizden çıkmayan, bizim sosyokültürel yapımıza uymayan gayrimillî bir eğitim sistemi yüzünden ülkemizin gencecik bilinçlerinin nasıl yönlendirildiğini, nasıl beyinlerinin yıkandığını öğreniyoruz. Daha sonra ise bilinçli bir program izlenerek, Kemalist devrimin eğitim alanındaki başarılı uygulamalarıyla elde edilen kazanımların birer birer nasıl kaybedildiğini öğreniyoruz. Öğrendikçe kahroluyoruz.

Emperyalizm, karşısında akıl ve bilimin ışığında aydınlanmış özgür bireylerden oluşan bir millet görmek istemez. Çünkü böyle bir milleti istediği oranda sömüremez. Emperyalizm; akıl ve bilimi terk etmiş, binbir çeşit softanın elinde oyuncak olmuş, koyun gibi güdülebilen bir millet ister. Bu yüzden herhangi bir ülkeye girmeyi amaçlayan emperyalistlerin ele aldığı ilk toplumsal kurum eğitim olur. Eğitimini ele geçirip çökerttiğiniz bir milletin direnme gücünü en aza indirirsiniz. Cahil bir milleti çeşitli tefrikalar bularak, yoksa icat ederek birbirine karşı kışkırtırsınız. Böylece tek kurşun atmadan ülke teslim alabilirsiniz. Osmanlının eğitim sistemi İngiliz muhipleri, Amerikan mandacıları, Fransız hayranları yetiştiriyordu. Gayrimillî eğitim de günümüzde aynı işlevi farklı araçları kullanarak yerine getiriyor. Akıl ve bilimin ışığında ilerlemekten uzaklaşan Türk milleti, emperyalizmin bölücü ve yıkıcı faaliyetlerine açık bir hâle geliyor.

Son dönemde ise yeni müfredat hazırlanırken birtakım sözde pedagojik gerekçelerin arkasına saklanarak "Atatürksüz bir müfredat" oluşturmaya çalışanların yaptıklarını kanıtlarıyla ortaya koyuyor, amaçlarını deşifre ediyor. Bu kitabın, eğitim politikalarını eleştiren diğer eğitim kitaplarından büyük bir farkı da işte tam olarak burada ortaya çıkıyor. İddialarının tamamını kaynak göstererek kanıtlıyor yazar. Bu kitapta iddia edilenlerin hiçbirini yapmadık diyemezler, çünkü hepsi resmi belge üzerinde kanıtlı belgeli faaliyetler. Müfredatın eski hâli nasıl, yani hâlinde neler çıkarılmış, neler eklenmiş hepsi ortada! Ders kitaplarından neler çıkarılmış, yerine neler eklenmiş hepsi ortada. Yazar "Atatürksüz müfredat" iddiasında bulunurken desteksiz sallamıyor. Bu açıdan iktidarın eğitim politikalarını eleştiren diğer kitaplardan ayrılıyor Gayrimillî Eğitim. Belge nedir, nasıl analiz edilir, bunları çok iyi bilen bir tarihçinin kaleminden böyle bir çalışmayı okumanın hazzını duyuyoruz. "Şuradan ne çıkarır da bir şekilde iktidara vururum." derdinde değil yazar! Olumlu uygulamaları da göstererek biz okurlarını nesnel bir değerlendirme yaptığına ikna edecek kadar veri paylaşıyor.

Kitabın son bölümünde ise gerici müfredat ve gayrimillî eğitim politikalarına karşı nasıl mücadele edileceğini anlatıyor. Millî bir eğitimin yeniden inşa edilmesi sürecine hizmet etmek amacıyla mücadeleyi örgütleyen sivil toplum kuruluşlarının taktik ve stratejik olarak neler yapmaları gerektiğini söylüyor. Bu açıdan da sadece eleştiren fakat çözüme yönelik bir strateji ortaya koymayan kitaplardan ayrılıyor. Artık geleceğe yönelik ciddi bir çözüm programı sunmayan eleştirel kitapları okumuyorum. Hataları da olsa, eksikleri de olsa bir çözüm yolu getirmeyen eleştirilerin faydasız olduğuna inanıyorum. Dünya devrim tarihinin altın yasasıdır: Kuramayan yıkamaz! Yerine daha iyisini kuramayacağınız bir köhne sistemi yıkmayı başaramazsınız. Mustafa Kemâl Atatürk'ü farklı kılan en önemli şey budur. O, deha düzeyinde bir "kurucu"dur. Daha iyisini kurabildiği için eskiyi yıkmayı başarabilmiştir. Biz daha iyisi kurmayı başaramadığımız için yıkamıyoruz. Bu da bir özeleştiri olarak burada dursun.

Türk Eğitim Sistemi'nin nasıl "millî" olmaktan çıkarılarak "gayrimillî" bir eğitim hâline getirildiğini öğrenmek isteyen herkesin okuması gereken bir kitap bu. Ülkemizde yeniden "antiemperyalist bir millî eğitim"in inşa edilebilmesi için bu gayrimilli eğitim kuyusuna nasıl düştüğümüzü iyi bilmeliyiz. Çünkü neden düştüğünü bilmeyen nasıl ayağa kalacağını da bilemez!!!

1 Nisan 2020 Çarşamba

YAVUZ SAMUR'UN "YENİ BİLDİRİMİNİZ VAR, DİJİTAL ÇAĞDA ÇOCUK YETİŞTİRMEK" KİTABI ÜZERİNE... 

Her anne babanın arayıp da bulamadığı kitabı yazmışlar. Ahanda tam olarak burada: Yavuz Samur - Yeni Bildiriminiz Var - Dijital Çağda Çocuk Yetiştirmek! "Yahu bu bizim çocuğu teknolojik araçların esaretinden nasıl kurtarırız? Bir bilen var mı?" diye soran her anne-babanın, her dede-nenenin okuması gereken bir kitap. Çocuk yetiştirirken onun teknoloji ile içli dışlı olmasına engel olamayan ve bu yüzden de ciddi anlamda vicdan azabı çeken bütün anne babalar için yazılmış bu kitap. Dijital çağda yaşıyoruz ve bu çağda nasıl çocuk yetiştireceğimize yönelik pek bir şey de bilmiyoruz. İnsanoğlu önüne çıkmamış bir soruna çözüm bulamaz. Önündeki sorunu çözer. Dijital çağda çocuk yetiştirmek önümüzdeki sorun. Şimdi onu çözmeye çalışıyoruz. Bu kitap da buna yardımcı olmaya çalışıyor.

Teknoloji kullanımı konusunda itidalli olamayan, elinden telefon düşmeyen teknoloji bağımlıları da mutlaka okumalı. Sadece çocuklar değil biz yetişkinler de teknoloji bağımlılığı konusunda oldukça ileri bir seviyedeyiz. Hatta çoğu çocuk ebeveyni yüzünden teknoloji bağımlısı oluyor. Yazar bu kitapta çocuğunun teknoloji bağımlısı olmasına neden olan anne babalara da birtakım tavsiyelerde bulunuyor. Önce kendilerini bu bağımlılıktan nasıl kurtaracaklarını öğretiyor, sonra da çocukları için neler yapabileceklerini öğretiyor. Öğrenmeye niyeti olan anne-baba mutlaka bu kitabı edinmeli ve okuduktan sonra bu kitaptaki tezleri eşiyle teker teker irdelemeli, tartışmalı.

"Teknolojiyi niçin öcü gibi görmemeliyiz, onu niçin yok sayamayız?" Yazar bunların tamamına bilimsel incelemelerin ışığında yanıt veriyor. Bilimsel araştırmaların sonuçlarından hareketle çocukların teknoloji ile olan ilişkilerinin nasıl sınırlandırılması gerektiğini açıklıyor. Gerçek hayatta teknoloji hayatımızı kolaylaştırma noktasında inanılmaz imkânlar sunuyor bizlere. Fakat biz bu imkânların ne kadarının farkındayız, ne kadarını etkin bir biçimde kullanabiliyoruz? İşte orası biraz şaibeli... Akıllı telefon kullanarak İsveççe öğrenen düzensiz göçmenler var. Bir kısmı İsveçlilerden daha iyi konuşuyor o dili. Sizin çocuğunuz da öğrenebilir. Sabahtan akşama kadar Candy Crush oynayan kimseler de var. Bin yıl oynasalar o oyundan pek bir şey öğreneceklerini sanmıyorum. Hayırlısı...

Eğitim öğretimde teknoloji kullanımına karşı olan mağara adamları ve kadınları da mutlaka okumalı. Neyse ki ben bunlardan biri değilim! Yok efendim silikon vadisindeki kodomanların çocuklarını gönderdikleri okulda hiçbir teknolojik alet yokmuş da yok efendim Bill Gates'in çocuklarının akıllı telefonu yokmuş da Steve Jobs çocuklarına İphone kullanmayı yasaklamış da bla bla bla... Mağara uygarlığına geri dönmediğimiz sürece teknoloji bizim hayatımızda var olmaya devam edecek, gerçi mağara uygarlığı bile teknolojik araç kullanmış, o ayrı mesele... Hattâ mağara uygarlığında o duvar resimlerini çizen homo ludensler günümüzde yaşayan pek çok insandan daha ileri düzeyde bir "teknolojik insan" olarak kabul edilebilir ve bu bir öznel yargı değildir!

Akıllı telefonları, tabletleri, bilgisayarları yok sayamazsınız. Zira varlar! İnanmayan varsa bi zahmet saklandığı yerden kafasını uzatıversin, atıvereyim kafasına şu akıllı telefonu, o zaman var mıymış yok muymuş anlar. 😂 Neyse gırgırı bırakalım efendim. Teknoloji var ve onun varlığını ne yaparsanız yapınız yadsıyamazsınız. Gelecekte de var olmaya devam edecek. Hatta gelecekte hayatımızda daha fazla yer edinecek. Buna hiçbir şekilde engel olamayacağımıza göre teknoloji ile yaşamayı öğrenmeliyiz. Onun, sağlığımız üzerindeki olumsuz etkilerini en alt seviyeye kadar indirerek yaşamımızı devam ettirmeliyiz. Hayat bir şekilde sürmeli çünkü. Ha, sürdürmeye niyetiniz yoktur belki, onu bilemem, iki medeni insan gibi ayrılırsınız efenim, zorla güzellik olmaz, değil mi?

Bu kitapta yazar teknoloji ile birlikte sağlıklı bir yaşam nasıl sürülür onu anlatıyor. Teknoloji ile "seviyeli bir ilişki" sürmeyi düşünenler için yaşam tüyoları var efendim. Teknoloji ile olan ilişkisi "kara sevda" düzeyinde olanlar için de bu kara sevdadan kurtulma yolları var efendim. Benim gibi teknoloji ile olan ilişkisi "tek gecelik aşk" modunda olanlar için ise pek bir öneri bulamadım. Şaka şaka... Ben de çok şey öğrendim bu kitaptan. Bu kitabı okuduktan sonra sosyal medya araçlarını kullanmaya bir süre ara verdim. Bu durumdan gayet de memnun kaldım. Kullanmama eylemimi sürdürüyorum. Ben böyle iyiyim, umuyorum ki siz de sosyal medyadaki gereksiz varlığıma maruz kalma zahmetinden kurtulduğunuz için tez vakitte iyi olursunuz.

"Az sosyal medya çok huzur!"
 😊😊😊😊😊

29 Mart 2020 Pazar

JACQUES RANCİERE'İN CAHİL HOCA'SI BAĞLAMINDA NEOLİBERAL EĞİTİMİN ELEŞTİRİSİNE KATKI

Jacques Ranciere, Cahil Hoca adlı kitabında Joseph Jacotot'un yaşamsal pratiğinden hareketle günümüzde uygulanan eğitime karşı tezler ortaya koyuyor. Joseph Jacotot'un "evrensel eğitim" kuramını ayrıntılı olarak analiz ederken hem onun teorisini uygulayarak başarıya ulaşan pratikleri hem de onun teorisini uyguladığını iddia ederek evrensel eğitimi yozlaştıranları hedef tahtasına koyuyor. Joseph Jacotot, öğretmenin bilmediği bir şeyi bile başarıyla öğretebilmesinin yolunu açan bir teori ortaya koyuyor. Kendi yaşamsal pratiğinde de bunu uygulayarak bilgi sahibi olmadığı konularda eğitimler verip bu alanlarda başarılı olan öğrenciler yetiştirerek teorisini kanıtlıyor. Tek kelime Hollandaca bilmeden, tek kelime Fransızca bilmeyen öğrencilerine başarıyla Fransızca öğretiyor. Yanlış duymadınız, evet, hoca öğrencilerinin dilini bilmiyor, öğrenciler de hocanın dilini bilmiyor. Dolayısıyla hoca öğrencilerine öğrettiği konu hakkında tek kelime açıklama yapamıyor, öğrenci de hocaya hocanın dilinde açıklama yapamıyor. Peki, nasıl oluyor bu iş?

Hoca öğrencilerine Telemak'ın Hollandaca'ya çevirilmiş bir baskısını aldırıyor, bu baskıda sayfanın bir yüzünde Telemak'ın Fransızcası diğer yüzünde ise Hollandacası yer alıyor. Öğrenciler bu karşılıklı metinleri okuyup yorumlayarak kendi kendilerine Fransızca'yı öğreniyorlar. Üstelik kendi kendilerine öğrendikleri bu dilde kendilerini ifade edebilecek kadar da yetkinleşiyorlar. Hoca onları sadece yönlendirmekle yetiniyor, Fransız diline dair hiçbir şey öğretmiyor, zira öğretemiyor, Fransız diline dair hiçbir dilbilgisi kuralını anlatmıyor, zira anlatamıyor. Buna rağmen öğrenciler, Fransızcayı sular seller gibi öğreniyorlar. Joseph Jacotot bu pratikten hareketle evrensel eğitim kuramını ortaya atıyor. Bu kuramın ana tezi "insan zekâlarının eşit olduğu" ön kabulüne dayanıyor. Zekâları eşit olan bu insanların öğrenmek istediği her şeyi kimseden yardım almadan kendi başına öğrenebileceğini savunuyor. Bunun sonucunda evrensel eğitim kuramı, bir öğretene ihtiyaç duymadan insanın öğrenmek istediği her şeyi öğrenebileceğini ortaya atıyor. Uygulama okullarında yapılan eğitimlerde de büyük başarılar elde ediliyor. Bu kadar başarılı olmasına rağmen bu eğitim yöntemi niçin sürdürülüp yaygınlaştırılarak uygulanmıyor? Bu sorunun yanıtı, evrensel eğitimin yetiştirdiği bireylerin niteliklerinde gizli aslında. Otoritelere ve onların insanlara sunduklarını iddia ettikleri eğitim hizmetine ihtiyaç duymadan öğrenmek istediği her şeyi kendi çabasıyla öğrenebilen bireylerden oluşan bir dünya hayal edin şimdi. Olmadı, değil mi? Hayal bile bu kadar özgür düşünceli bireyin yaşadığı bir dünyayı kaldıramadı. Egemenler nasıl kaldırsın? Bravo, sorunuzun yanıtını almış bulunmaktasınız!

Eğitimi bir kitle özgürleştirme hareketi olarak algılayan aydınların açısından bakarsak, insanları özgürleştirme amacına hizmet etmeyen eğitim başarısız bir eğitimdir. Dolayısıyla bu amaca dayanmayan tüm eğitim faaliyetleri gereksizdir, zaman ve kaynak israfıdır. Kitleleri otoriteye itaat eden köleler hâline getirmek için yapılan eğitim, ezilen sınıflarda egemen sınıfların iktidarına karşı bir rıza yaratma mekanizması olarak işletilir. Egemenlerin paradigmasına göre eğitim alan kitleler, egemenlerin çıkarlarına hizmet eden uysal köleler haline getirilir. Böylece sistemin devamlılığı sağlanır. Sistemin varlığı için en büyük tehdidi oluşturan ezilen sınıflara mensup kimselerin rızası da egemenlerin sınıfsal amaçlarına hizmet eden eğitim sayesinde kazanılır. Bu bağlamda eğitim, bir ideolojik aygıttır. Egemen sınıfların iktidarını devamlı kılmak için ezilen kitleler üzerinde kullanılan bir kitle imha silahıdır. John Taylor Gatto, Bir Kitle İmha Silahı Olarak Eğitim adlı kitabında bu olguyu derinlemesine analiz eder. Eğitimin nasıl bir kitle imha silahı olarak kullanıldığı hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için bu kitaba bakabilirsiniz.

Yeni Ortaçağ rejiminin yaratmak istediği dünya düzeninde özgür düşünen bağımsız yurttaşların yeri yoktur. Onlar bu düzenin devamlılığı ve kârlılığı açısından en büyük tehdit olarak görülüyor. Bu yüzden özgür düşünen bireyleri ortadan kaldırmak, köle ruhlu insanların sayısını çoğaltmak için tüm dünyada eğitimin kalitesi düşürülüyor, eğitim alanı yobaz örgütlenmelerin etkisine açılıyor. Çünkü özgürleştiren bir ideolojik düşüncenin aydınlattığı yolda ilerleyen hür bireyleri siyasi mühendislik içeren algı operasyonlarıyla yönlendirmek mümkün değildir. Bir tarikat şeyhinden, yahut bir papazdan, yahut bir gurudan beslenen; kendi varlık sebebini onun ilahi olduğu varsayılan telkinlerine bağlayan kullanışlı aptalları yönlendirmek ise çok kolaydır. Şeyhi, papazı, guruyu vs etki altına aldıktan sonra ona inanan kitleleri etki altına almak, istenen istikamette yönlendirmek çocuk oyuncağıdır.

Öğrenmek için bir öğretmene dahi ihtiyacının olmadığını bilen kitlelerin bu dünyada var olduğunu varsayalım. Bu durumda şeyhin, rahibin, gurunun işlevi kalır mı? En basit şeyleri bırakalım en karmaşık şeyleri bile öğrenmek için bir öğretmene gitmeye ihtiyaç duymayan kitleler, hayatın anlamına yönelik derin felsefi teorileri öğrenmek için kerameti kendinden menkul yobaz din adamlarının peşine neden düşsün? Öğrenmek için öğretmene gerek olmadığını bilen bir özgür birey, eğitimi her koldan kuşatma altına almış sözde dinî tarikat ve cemaat yapılanmalarına bağlı vakıfların peşine neden düşsün? Emperyalistlerin akıl ve bilim dışı dogmalarını bilimsel gerçek gibi dayatabilecekleri bir "çağdaş köleler toplumu" olmadan sitemin kârlılığı nasıl sağlanabilir, sömürünün oranı nasıl arttırılabilir? Bütün yobaz yapılanmalar emperyalizminin güdümünde dinî alanda faaliyet gösteren, emperyalizminin ideolojik aygıtlarıdır. Siz hiç emperyalizme-kapitalizme karşı olduğunu açıkça beyan eden ve bu yolda örgütlü yapılanmalar inşa ederek toplumu bu yönde birleştirmeye çalışan bir tarikat-cemaat vs gördünüz mü? Var mı bir örneği?

Jacques Ranciere, Cahil Hoca kitabını yazarken muhtemelen öğretmen emeğinin dönüşümüne hizmet etmek için yazmamıştı. Joseph Jacotot da evrensel eğitim kuramını ortaya atarken böyle düşünmemişti. Evrensel eğitimin daha geniş kitleler tarafından tanınmasını sağlamak ve bunu sağladıktan sonra da evrensel eğitime geçiş sürecini hızlandırmayı amaçlıyordu. Oysa ki bu kitap, bizim ülkemizde eğitim sektörüne egemen olan toplumsal sınıflar tarafından öğretmen emeğinin dönüştürülmesi, öğretmenin itibarsızlaştırılması için bir araç olarak kullanıldı. Özel okul patronları tarafından fonlanan eğitim dergilerinde bu kitap üzerine tartışmalar yürütüldü. Yine aynı odaklar tarafından fonlanan ve eğitim alanında internet üzerinden yayın yaparak geniş bir eğitimci kitlesine ulaşan mecralarda bu kitap tanıtıldı.

Burada amaç evrensel eğitimi ülkemizde tanıtmak ve yaygınlaştırmak değildi. Asıl amaç, öğrenmek için öğretmene ihtiyaç olmadığı yönünde bir algı yaratıp öğretmen emeğinin değerini düşürmek, özel okullar için daha düşük emek maliyetleriyle çalışmak zorunda bırakılan iş gücü yaratmaktı. Bunun ne oranda başarılı olduğunu görmek istiyorsanız herhangi bir özel okulun öğretmenlerine verdiği maaşı gösteren bordrolara göz atmanız yetecektir. Asgari ücretle çalışmaya mecbur edilen, bir fabrika işçisinden bile daha çok çalışmasına rağmen ondan daha az kazanan öğretmenler! Özel okullar zinciri kuran kapitalistlerin iştahını kabartan kusursuz bir emek sömürüsü pazarı! Halil Buyruk, Öğretmen Emeğinin Dönüşümü adlı kitabında öğretmenlik mesleğinin itibarının nasıl ayaklar altına alındığını, bir uzmanlık alanı olan öğretmenliğin itibarsızlaştırılmasının nedenlerini ve sonuçlarını ayrıntılarıyla anlatıyor. Öğretmenlik mesleği itibarsızlaştırılıyor, bunun sonucunda da öğretmen hızlı bir proleterleşme sürecinden geçiyor. Bu bağlamda 2000'li yıllardan itibaren öğretmenlerin yaşadığı süreç bir proleterleşme sürecidir.

Fakat bu noktada özel okul sahipleri ontolojik bir hata yaptıklarını fark etmediler. Eğitim almak için öğretmene ihtiyaç duymayacak bilinç düzeyine ulaşmış kitleler çocuklarını neden onların okullarına göndermek zorunda hissetsin? Asgari ücretle çalışan bir eğitim işçisi seviyesine düşürülmüş öğretmenlerin verdiği eğitimden kalite beklemek ne kadar akılcı? Bir özel okula yıllık ortalama 25 bin lira ödeme yapıyorsunuz ve sizin çocuğunuzun dersine aylık 2300 lira alan bir öğretmen giriyor. Okulun kapısına kadar 250 bin liralık lüks araçla gelen öğrenciler, 2300 lira maaş alıp okula da belediye otobüsüyle gelmek zorunda kalan bir öğretmeni neden ciddiye alsın? Çoğu özel okul öğrencisinin cebinde taşıdığı akıllı telefonun ederi, dersine giren öğretmenin altı aylık maaşı kadar. Türkiye'de ve bütün dünyada kapitalist özel okul anlayışının sonucu budur işte. Okul bir fabrika değildir, maliyetleri düşürüp ürünün fiyatını rekabetçi bir düzeye kadar çekerek kârlılığı arttırabileceğiniz bir ekonomik gelir kapısı olamaz. Öyle olduğunda ise eğitimsel amaçlarına ulaşamaz.

Zira özel okullardaki eğitimin kalitesinin her geçen gün daha da düşmesinin başka bir açıklaması yapılamaz. Özel okullardan kaç öğrenci ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ gibi Türkiye'nin seçkin üniversitelerinden birini kazanabiliyor? Özel bir okula öğrencisini kaydettirmeyi düşünen velinin özel okulun müdürüne sorması gereken ilk soru şudur: Geçen yıl kaç öğrenci mezun ettiniz ve bu öğrencilerin kaçta kaçı üniversite giriş sınavlarında yukarıda adını verdiğimiz üniversitelerin seçkin bölümlerine girebilecek bir puan alabildi? İkinci soru ise şu olmalı: Benim öğrencimin dersine girecek öğretmenlere ne kadar ödüyorsunuz, mümkünse maaş bordrolarını görebilir miyim? Birincisindeki oran %25'in altında ise o okuldan uzak durun, ikincisinde ise sizin çocuğunuzun dersine girecek öğretmenlerin en kıdemsizi dahi 4250 liranın altında bir ücret alıyorsa yine o okuldan uzak durun. Kendisinin ve ailesinin karnını doyuramayan bir öğretmen sizin çocuğunuzun zihnini nasıl doyurabilir?

Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki sınıflı bir dünyada evrensel eğitimin uygulama alanı oldukça dardır. Zira egemen sınıflar oligarşik düzenlerinin devamlılığını sağlayabilmek için eğitim kurumlarına ve öğretmene ihtiyaç duymadan bağımsız bir biçimde öğrenebilen bireylerden rahatsız olurlar. Bu bireylerin varlığı onların kurduğu oligarşik sömürü düzeninin devamlılığı bakımından en büyük tehdittir. Egemen sınıflar, siyasi iktidarı denetim altına almadan önce eğitim sistemini denetim altına almak ve denetim altında tutmak isterler. Çünkü siyasi iktidarı elinde tutan bir sınıf, bir ülkenin en fazla 4 ya da 5 yıllık bir sürecine hâkim olabilir. Oysa eğitimi elinde tutan sınıflar o ülkenin gelecekteki 50 yıllık sürecine el koyarlar. Eğitim alanında tekelleşen bir oligarşik bilinç, kısa süre içinde ülkenin politik alanını da ele geçirecektir. Ülkemizdeki tarikat cemaat yapılanmalarının politik alana hâkim olmadan evvel eğitim alanında hâkim olabilmek için mücadele etmesinin yegâne sebebi budur.

Eğitimi denetimi altına alan, kitlelerin geleceğini de ipotek altına alır. 

Kaynaklar.

http://ayrintidergi.com.tr/jacques-rancierein-cahil-hocasiyla-bir-diyalog/

http://www.arkakapak.com/cahil-hoca-bilgi-esitsizligi-onkabulunden-toplumsal-esitsizligin-insasina/

https://dusunbil.com/cahil-hoca-her-seyin-basi-irade/ 

https://www.google.com/amp/s/www.dunyabulteni.net/haber/amp/364089 

20 Mart 2020 Cuma

MUSTAFA SOLAK'IN "ATATÜRKÇÜLÜK, 100 SORU 100 YANIT" KİTABI BAĞLAMINDA ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCEYİ GÜNCEL OLANA UYARLAMAK

Mustafa Solak bu kitabında Atatürkçülük ile ilgili 100 soruya yanıt veriyor. Bu 100 soru ve onlara verilen yanıtlar seçilirken günümüzde kendini Atatürkçü olarak tanımlayan kesimlerin düştüğü taktik ve stratejik hatalar merkeze alınmış. Ulusal birliğe ekmek kadar su kadar ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde hangi siyasi konuda Atatürkçülülerin hangi mevzide olması gerektiğini açıklamaya hizmet edecek sorular ve yanıtlar yer almış kitapta. Günümüzde Atatürkçülük adına üretilen birtakım fikirlerin tarihsel olarak Atatürkçülükle ne oranda bağdaştığını ne oranda çeliştiğini göstermek amacıyla yazılmış bu kitap. Bu açıdan güncel bir ihtiyaca yanıt veriyor.

Atatürkçülüğün temelinde tam bağımsızlık, dolayısıyla antiemperyalizm vardır. Kendini antiemperyalist olarak tanımlamayan bir kimsenin Atatürkçü olması mümkün değildir. Zira Atatürkçülük antiemperyalist bir ideolojidir. Emperyalizme karşı olan tüm siyasî grupları, emperyalizme karşı olan bütün toplumsal sınıfları tek bir çatı, tek bir amaç etrafında birleştirip mümkün olan en geniş direniş cephesini inşa ederek emperyalizme karşı örgütlü direnişin ideolojisidir. Türkiye'de emperyalizme karşı bir örgütlü mücadele vermek isteyen her kim varsa yolu Atatürk'ten ve Atatürkçülükten geçmek zorundadır. Nasıl ki Latin Amerika'da özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi verenler Simon Bolivar'ın adını anmak zorundaysa bizim ülkemizde de antiemperyalist mücadele vermek isteyenler Atatürk'ün programında birleşmek zorundadır.

1919'da emperyalizme karşı örgütlü direnişi başlatan Mustafa Kemal sadece kendisi gibi düşünenlerden oluşan homojen bir küçük örgüt kurarak işe başlamış olsaydı başarılı olamazdı. Bu şekilde başarılı olamayacağı için kendisi gibi düşünmeyen fakat ülkenin işgalden kurtarılması ve tam bağımsızlığı konusunda hemfikir olduğu bütün politik öznelerle ve kitlelerle mümkün olan en geniş ittifakı kurarak mücadeleye başladı. Mustafa Kemal ile Mehmet Akif'i aynı mevzide saf tutmaya zorlayan nesnel gerçeklik bugün de Mustafa Kemal ve Mehmet Akif gibi düşünenleri aynı mevzide örgütlenmeye mecbur ediyor. Bakınız, bu bir seçenek değildir, mecburiyettir. Şartlar Atatürkçü ve muhafazakâr kitleleri ittifaka zorluyor. Peki, neden?

Asgarî müştereklerde buluşarak iç cephesini güçlendirmeyenler yenilmeye mahkûmdur. Antiemperyalist mücadelede başarıya ulaşmak istiyorsanız emperyalist cephenin karşısına mümkün olan en büyük, en kalabalık güçle çıkmak zorundasınız. Çünkü güç, güçle yenilir. Antiemperyalist mücadelede, mücadele cephesinde mevziye girmiş kitleleri çeşitli politik ayrılıklar üzerinden bölmeye çalışmak emperyalizmin hesabına çalışmaktır, düşman ordusuna askerlik yapmaktır. Kimsenin "Sen İslamcısın, vatan savunmasına gelme; sen komünistsin, vatan savunmasına gelme; sen Atatürkçüsün, vatan savunmasına gelme!" deme lüksü yoktur, olamaz. Hangi politik görüşe, hangi toplumsal sınıfa ait olursa olsun tam bağımsızlık ve antiemperyalizm konusunda buluştuğumuz her grubu örgütlemek zorundayız. Düşman gelmiş, kapıya dayanmışsa elinde olan her neyse onunla yapabileceğinin en iyisini yapmak zorunda kalırsın. Mustafa Kemal'in 1919'da yaptığı da tam olarak budur.

Kitabı okuduktan sonra şöyle bir izlenim oluştu bende. Bu kitap Atatürkçülüğü tarihsel temellerine dayanarak öğrenmek için okunacak bir kitap değil. Bunun için başka kaynaklara bakmanız gerekecek. Zaten kitabın kaynakçasında yazar sizi bu kitaplara yönlendiriyor. Mustafa Solak bu kitabında Atatürkçülüğe güncel politika perspektifinden bakıyor. 21. Yüzyılın Türkiye'sinin nesnel gerçekliğinde kendini Atatürkçü olarak tanımlayan bir politik öznenin güncel siyasi olaylara hangi açıdan bakması gerektiğini, olayları ve görüşleri hangi temel ilkeler dahilinde analiz etmesi gerektiğini anlatıyor. Günümüzde yaşanan politik olaylara bakarken, geçmişte benzer olaylar karşısında Mustafa Kemal'in aldığı devrimci tutumlardan hareketle yorumlar yapıyor. Bu açıdan bakarsak geçmişin devrimci pratiğini günümüzün nesnel gerçekliğine, dolayısıyla geleceğe taşıyor. Günümüzde yaşanan ekonomik, politik, kültürel olaylar karşısında 21. Yüzyılda yaşayan bir Atatürkçü bireyin hangi açıdan bakması gerektiğini açık ve net örneklerle topluma açıklıyor. Kendini Atatürkçü olarak topluma yansıtan bir takım kimselerin Atatürkçülükle çelişen tavırlarını da açık bir biçimde ortaya koyarak bir anlamda onların da foyasını açığa çıkarıyor. 

Atatürk adına ve Atatürkçülüğe belli bir mesafeden bakan muhafazakâr seçmenin özellikle bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum. Birtakım tarikat camaat ağalarının sürekli karalamaya çalıştığı Atatürk gerçekte kimmiş, ülkemiz ve milletimiz için neler yapmış bunları öğrenmek için mutlaka bu kitabı okumalılar. Son yıllarda muhafazakâr seçmen ile Atatürkçü seçmen arasında nifak tohumları ekerek ülkenin milli birlik ve beraberliğini bozmaya çalışanların hain emellerine ulaşamaması için bu kitabın muhafazakâr kitleler tarafından derinlemesine okunup tartışılması gerekiyor.

Kişisel yaşamımda deneyimlediğim şöyle bir durum var: Medyada Atatürkçülük adına yazan, konuşan kimselerin Atatürkçülük adına yazıp söyledikleri yüzünden kendini Atatürkçü olarak tanımlayan kimseler zan altında kalıyorlar. Özellikle muhafazakâr kesimlere yönelik hakaret içerikli paylaşımları Atatürkçülük adına yapan bu densizler yüzünden muhafazakâr kitleler Atatürk'e ve Atatürkçülere mesafeli yaklaşmak zorunda kalıyor. Milli birlik ve beraberliğin inşası için bu mesafenin hızla ortadan kaldırılması, antiemperyalist bir program etrafında Atatürkçü ve muhafazakâr kitlelerin örgütlenmesi gerekiyor. Gerçek Atatürkçülerin güncel politik olaylar karşısında nasıl düşündüğünü ortaya koyan bu kitap işte tam olarak bu ihtiyacı karşılayacak.

Atatürkçülük kisvesi altında Türk milletini laik-muhafazakâr olarak bölmeye çalışanlara karşı milli birlik ve beraberlik yolunun taşlarını döşeyecek. Atatürkçü olduğunu iddia eden birtakım gazeteler, televizyonlar Atatürkçülükle uzaktan yakından alakası olmayacak bir yayın politikasıyla yönetiliyorlar. Burada istihdam edilen yazarlar da maalesef aynı yolun yolcusu. Bunlardan bir kaçını 6 ay düzenli olarak takip eden, politik analiz yeteneği ortanın biraz altında olan bir Atatürkçü yurttaş, muhafazakâr kitlelere karşı kin ve nefretle dolar. Aynı şekilde muhafazakâr olduğunu iddia eden birtakım gazeteleri, televizyonları takip eden, analiz yeteneği ortanın biraz altında olan bir muhafazakâr yurttaş da Atatürkçü kitlelere karşı kin ve nefretle dolar. Bu kin ve nefret dili kime hizmet ediyor? Bu yazarları o gazetelerde kimler istihdam ediyor? Kimlerin referanslarıyla o gazetelerde yazıp o televizyonlarda konuşarak milletin bir parçasını diğer parçasına karşı kin ve düşmanlığa davet ediyorlar? Bu rövanşist yaklaşım kimlerin çıkarına hizmet ediyor? Atatürkçüler, bu konuda uyanık olmak zorundalar. Yılların Atatürkçüsü yazarların son beş yılda nereden nereye savrulduklarını açık bir biçimde görmeleri lâzım. Muhafazakârlar, bu konuda uyanık olmak zorundalar. Emperyalizmin hizmetindeki sözde İslamcı yazarların kimlerle saf tuttuklarını açık bir biçimde görmeleri lâzım. Mustafa Solak bu kitabında Atatürkçü kitlelerin bunları görmesi adına elinden geleni yapmış. Muhafazakâr bir yazar da kendi kitlesinin görmesi için benzer bir çalışma yapabilir.

Özellikle son birkaç yıldır kendi ideolojik köklerine yabancılaştığı için Atatürkçülüğün çok çok uzağındaki noktalara savrulan Atatürkçü seçmenin okuması gereken bir kitap bu. Bonzai kafası yaşadığı için bölücülerin partisine baraj atlatmaya çalışan Atatürkçü seçmenin de okuması gereken bir kitap bu! Mustafa Kemal adının arkasına saklanarak Batı yanlısı politika yapan ve böylece Atatürkçü tabanı kandıranların maskesini düşürüyor bu kitap. Atatürkçü olduğunu iddia edip bölüclerin trenine vagon olanların ipliğini pazara çıkarıyor. Bu kitabı okuyunca AB ve ABD sevdalısı "Natotürkçü"lerin kimler olduğunu öğreniyorsunuz. Bilerek Natotürkçü diyorum zira bunlar asla Atatürkçü olamazlar!!! Atatürk'ün kurduğu partide Atatürk'ün ideolojisine ihanet edenlerin kimlerle el ele kol kola ittifak kurup Türk milletinin tarihsel kaderine nasıl ihanet ettiklerini görüyorsunuz. Her şeyden önemlisi de bugün Atatürk adının ardına saklanarak politika yapan, Atatürkçülüğü pazarlayarak bir yerlere gelen kimselerin iç ve dış siyasi olaylar karşısındaki tutumlarının sığlığını göreceksiniz. Sizleri kimlerin Atatürk'le aldattığını öğreneceksiniz.

Allah'la Aldatmak'ın kitabını Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk yazmıştı. O kitabı okuduğumuzda Allah adını anarak İslâm'a ihanet edenlerin kimler olduğunu öğrenmiştik. Mustafa Solak'ın Atatürkçülük kitabıyla "Atatürk'le Aldatmak" olgusuna kısa bir giriş yapıyoruz. Kitap yeterince başarılı; ama yeterli değil! Umuyorum ki yazarımızın bir sonraki kitabının adı "Atatürk'le Aldatmak" olur. Zira adı hazır olan bu kitabın içeriğini doldurmak için çok fazla araştırma yapmasına gerek kalmayacak. Her geçen gün yeni bir Atatürk'le aldatma vakasıyla karşılaşıyoruz. Sadece güncel olanları yazsa bir yılda 300 sayfalık malzeme çıkar. Yazara istimaket vermek hakkımız ve haddimiz değil; fakat birinin çıkıp, toplumu Atatürk'ün adıyla aldatan hainleri teker teker afişe etmesi gerekiyor. Yoksa Türk milleti o sahtekarlar tarafından aldatılmaya devam edecektir.

Bazen toplumsal ihtiyaçlar, o ülkenin yazarlarına birtakım sorumluluklar yükler. Mustafa Solak'ın bu sorumluluğun gereğini yapacağına olan inancımız tamdır.

11 Ocak 2020 Cumartesi

GÜRKAN VURAL'İN ÇÖL ZAMANI'NDA MAHSUR KALAN BİR KALBİN TİTREŞİMLERİ

"Şair denen adam tam olarak kendi poetik kaidelerini ortaya koyan kişidir." Mayakovski'nin "Şair kime denir?" sorusuna verdiği yanıt böyle. Haklılık payı oldukça yüksek bir saptama bu. Kendi poetik kaidelerini ortaya koymadan güdümlü bir şiiri sürdüren kişiye zaten şair denemez, dememelisiniz! Şair her türlü orotireye karşı duran bir özgecidir. Kendi kaidelerini yaratıp onların üzerinde çağcıl bir yontu gibi tek başına, bağımsız yükselmelidir. Her gününü bir şiir ile şenlendirmeyen insanlarla aynı dünyada yaşadığımızın farkında mıyız? Hatta koskoca bir ömrü nadide bir şiirinin anlam dünyasına giremeden geçiren insanlar var bu dünyada. Ve onlarla aynı havayı soluyoruz, aynı göğün altında yaşıyoruz, bir daha tekrar yaşayamayacağımız bu yaşamı paylaşıyoruz. Böyle düşününce sonsuz acıların, savaşların, kırımların egemen olduğu bir dünyaya sahip olmamıza şaşırmamak gerekiyor aslında.

Döneminde katlanılmaz acılara şahit olan bir eleştirmenin "Edebiyatın anlamı, yaşamın anlamı demektir." (Theodor Adorno) sözlerini anımsatmam gerekiyor tam da burada. Edebiyatımızın anlamı, hayatımızın da anlamı aslında. Edebiyat anlamlı bir hayatı bize sunamıyorsa nesnel gerçekliğe estetik bir müdahalede bulunabilme gücünü de zamanla yitiriyor. Edebiyat bir lunapark eğlencesi, bir metrobüs avuntusu, bir kahve dekoru hâline geliyor sonra. Ne acı! Bizi bu avuntudan içinde insana dair izler bulunan, içinden insan geçen şiirler çekip çıkarıyor.

Bir ilk kitap olmasına rağmen Çöl Zamanı'nda Gürkan Vural, bir lunapark eğlencesi olarak algılanan, bir tüketim nesnesi hâline getirilen edebiyatın havasını tek başına dağıtıyor, poetik bilincimize incelik dolu dokunuşlarıyla müdahale ediyor. Çöl Zamanı'nın şiirlerinde "insan" var. Son yıllarda karşımıza çıkan ve pek çok sadık şiir okurunu da şiirden uzaklaştıran sentetik şiirin zerresine rastlamıyoruz. Endüstriyel bir şiir de değil Vural şiiri. Onun şiirinde âşık olan, ayrılan, acı çeken, dünyanın kahreden hâlleri karşısında çaresizlik içinde kıvranan insanın ruhsal dalgalanmalarını görüyoruz. Vural; şiirini hayata poetik olarak müdahale etme, daha nitelikli ve özgür bir yaşamı inşa etme yolunda yeniden yaratıyor, Çöl Zamanı'nda özgün ve çağcıl bir imgesel filarmoni konseri veriyor bizlere.

Gürkan Vural'ın Çöl Zamanı adlı kitabındaki şiirlerinin kavramsal çerçevesine baktığımızda bunların Anadolu'nun kadim geleneklerine yaslanarak oluşturulduğunu görüyoruz. Binlerce yıllık halk geleneklerinin üzerinde yükselen, her bir zerresine kadar melez olmasına rağmen oldukça özgün ve öngörülemez bir kültürel birikimin şiirleri yazılıyor Anadolu'da. Cemal Süreya 60'lı yıllarda Türk şiirinin Anadolu kökenli şairler tarafından yeniden yaratılarak dönüştürüldüğünü savunuyordu. Günümüzde ise şiirimiz, Anadolu kökenli şairler tarafından evrensel değerlerle harmanlanmış bir şiir ile dünya şiirine Anadolu kültürünün damgasını vuruyor, şiirimizi Batı kanonundan koparıp Asya kanonuna doğru taşıyorlar. Asya çağının Anadolucu şiirlerinin yazılmaya başlandığı bir çağda yaşıyoruz ve Asya'nın altın şafağı atmaya başladıkça daha çok şairin Asyalı kavramlarla şiir yazdığını gözlemliyoruz. Gürkan Vural da Asya çağının şiirlerini yazıyor. Şiirlerinde kullandığı yer adlarından tutun da imge oluştururken kullandığı sözcüklere kadar her dizede Anadolu toprağının yağmur ertesi serinliği ruhumuza memleket kokusunu hissettiriyor.

"Bugün, var olanı resmetmeye çalışmak umudu teşvik eden bir direniş eylemidir." (John Berger) Gürkan Vural, Çöl Zamanı'nda tam olarak bunu yapmaya çalışıyor. Bu günün nesnel gerçekliğinde soluk alan bireyin, yaşamın cenderesine karşı mücadele ederken yaşadıklarından hareketle bir yaşanmışlıklar operası sahneliyor ve umudumuzu yeşerten, bizi sanatla direnişe güdüleyen bir "şiir eylemi" örgütlüyor. Uzun zamandır yeni bir şiir eyleminin Arnavut kaldırımlı sokaklarında dolaşmamıştım. Seyyidhan Kömürcü'nün Dünya Ağrısı'ndan bu yana şiir eylemini dizelerinde örgütleyebilen başka bir şair daha okumamıştım. Bu çok iyi geldi bana. Şiirle toplumu dönüştürmenin mümkün olduğunu savunan biri olarak yazdığımız şiirin, okuduğumuz şiirin pratikte bir toplumsal dönüşüme vesile olmasını, poetik bir aydınlanmanın toplumsal bir aydınlanmaya uzanan çileli yolun acılarını tahammül edilebilir bir seviyeye kadar düşürmesini istiyorum. Şiir, bir direniş eylemidir, varlığın maddi yapısının düşünsel yansıması olan dizeler ise bizim bu direnişteki motivasyon kaynağımızdır.

Yeni Ortaçağ hepimizi kuşatıyor. Yaşamımızı çöle çevirmek için elinden geleni ardına koymuyor. Yeni Ortaçağ düzeninin yarattığı zamanın yoz ruhu hepimizi çürütüyor. Aşklarımız da etkileniyor çölün zamanından. Çölde yaşanıyorlar çünkü. Çölün coğrafi hakimiyeti altında alabildiğine genleşemeyen ve bu nedenle de bir kaktüs kadar gelişebilen aşklarımız... Hüzünlü şarkılar gibi suskun adamların, ayrılık şiirleri kadar durgun kadınların çölleşen aşkları... İçinde bulunduğumuz bu zaman -Çöl Zamanı- nasıl da etkiliyor kalbimizde genleşen aşkımızı, susuzluğumuzda yakıcılaşan arzumuzu. "Belki de masumiyeti çoktan unutulmuş bir çölün zamanıydı seni sevmek." Sevgilim, bize masumiyetimizi unutturan bir çölde sevmenin tüm ritüellerini kendi çabamızla gerçekleştirmek zorundayız. Çöl buna izin vermiyor zira! İzin verildiği ölçüde bir aşkı yaşamak zorunda değiliz. Aşkımızı çoğaltıp evrenimizi güzelleştireceğiz. Bu, çöldeki kurak aşklarımızın bize yüklediği kutsal bir misyondur! Aşkımızı omzumuza bir yıldız gibi takıyoruz, çöl zamanının egemen olduğu bu dünyada aşk boynumuzda bir yafta olsa da onu yüceltip yıldızlaştırıyoruz sürekli devinen yaşamımızda.

Çölün zamanında yaşıyoruz. Çölün yokluğunda, yoksulluğunda kaybolan bedenlerimiz bir vaha arzusuyla yanıp tutuşurken kalp kırgınlıklarımızı, kalp yorgunluklarımızı yaşamın acımasız gerçekliğine ulayarak düşlerimizde yarattığımız o ütopyayı nesnel gerçekliğin bir parçası yapmak için bu çirkefin içinde devinerek edip eyliyoruz. Şiir yazıyoruz. Ustalarımızdan öğrendiklerimizle "Umudu dürt / Umutsuzluğu yatıştır" (Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri) diyoruz halkımıza. Çölün kumlarına savrulan dizelerimizin, çölün yokluğunda kaybolan birkaç bîçare bedene çarparak onlara ulaşmasını arzuluyoruz. 21. Yüzyılda şiir yazmanın anlamı tam olarak burada saklı. Çölün içinde yaşıyoruz ama buna rağmen yine de dizelerimizle devrim yapmaya çalışıyoruz kendi çölümüzde. Bu çöl bizim çölümüz! Burası bizim cehennemimiz! Bizim cennetimiz olana kadar asla vazgeçmeyecek, asla susmayacak, asla durmayacağız! "Bu, umutsuzluğun gravürü / Umutsuzluk: tabutuma çakılacak son çivi!" (Salih Bolat, Gravür)

Ey çöl, biz geldik!