16 Eylül 2018 Pazar

SİNAN MEYDAN'IN "YÜZYILIN KİTABI, YÜZYILIN LİDERİ" BAĞLAMINDA POPÜLER TARİHÇİLİĞİN ELEŞTİRİSİNE KATKI

Popüler tarihçiler son dönemde gazete köşelerinin ve televizyon ekranlarının vazgeçilmez kişilikleri hâline geldiler. Hemen hemen kalburüstü her gazete kendi ideolojik kimliğine uygun bir popüler tarihçiyi istihdam ederek bu yazarlara yakın tarihin önemli olaylarını yüzeysel ve sığ bir bakış açısıyla işleyen, çoğu zaman tarihe at gözlükleri ile bakan hamasi içerikli ideolojik yazılar yazdırdılar. Aslında at gözlüğüyle bakmanın bile geniş bir bakış açısı sayılabileceğini kavratan bu tarihimsi yazılar bütününün asıl ereğini, tarihin magazinleştirilmesi ya da teşhir etmeye yönelik bir pornografik tarih anlayışı olarak adlandırabiliriz.

Radikal İslamcı kökten gelen gazetelerin yazarları, tarihe çarpık ideolojik bakışlarının bir yansıması olarak Osmanlı ve İslâm tarihinde ne varsa güzel, doğru, iyidir; Cumhuriyet tarihinde ne varsa çirkin, yanlış ve kötüdür mantığına hapsedilmiş sığ bir bakış açısının ürünü olan yazılarla eğitimden yoksun bırakılmış geniş halk kitlelerinin bilincini yönlendirdiler. Tarihin araçsal olarak kullanımı sayesinde kitleleri radikal İslamcı ideolojinin lokomotifine katar ettiler. Vatansız solcuların hâkim olduğu birtakım gazetelerde yazan sözde ezberbozan tarihçiler de "Resmi tarih ile yüzleşiyoruz." yalanı altında Atatürk'e ve Cumhuriyet'e saldırmanın dayanılmaz hafifliğinin hazzıyla kendilerini tatmin ettiler.

Popüler tarihçilik son yıllarda iyice çığırından çıktı. Eline üç beş tane evrak geçiren kimseler ehil olmadıkları hâlde Türk tarihinin önemli bir dönemi hakkında atıp tutma yetkisini kendinde görmeye başladı. Radikal İslamcı ya da Neoliberal Sol'un üzerinde ittifak ettiği tek nokta olan Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı üzerinden, tarihi bir ideolojik aygıt gibi kullanarak kitlelerin bilincini hedef alan bir algı operasyonu yürütüldü. Kemalist Cumhuriyeti ve onun devrimci önderi Mustafa Kemâl'i  aşağılamak Radikal İslâmcı ve Neoliberal Sol tarihçilerin en makbul antrenman sahası hâline gelmişti. Bölücü ve gericilerin ittifak edebildikleri tek nokta şizofrenik boyutlara ulaşacak kadar gerçeklikten kopmuş bir Atatürk düşmanlığıdır. 

İşte tam da bu noktada Sinan Meydan bu birtakım sözde tarihçilere haddini bildiren, bunların ipliğini pazara çıkaran yayınlarıyla önemli bir ihtiyacı karşıladı. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı birtakım sözde tarihçilerin tevil götürmez zırvalarına karşı akıl ve bilimin ışığında, nesnel olması hasebiyle öne çıkan popüler tarihçi tutum ile karşı koymak acil bir ihtiyaçtı. Meydan'ın kitaplarının üst üste baskılar yapmasını bu ihtiyacı karşılamasına bağlıyorum. Bu kitaplar, "Atatürk'e saldırmanın dayanılmaz hafifliği" çağında tarihsel bir temele dayanarak Atatürk'ü ve devrimlerini savunmaya çalışan kimselerin bilgi cephanesini teşkil etmesi nedeniyle, Atatürk ve devrimlerine gönül vermiş halk kitlelerinin bilişsel ihtiyaçlarını büyük oranda karşılıyor. 

Güncele dokunan tarihi olayları ayrıntılarıyla açıklayıp günümüzde yaşadığımız pek çok siyasi olayın tarihî arka planını gözler önüne sererek güncelin daha net bir biçimde anlaşılmasını sağlıyor. Sıcak tarihi gündemin arka planını iyice bilmeyen kimseler için aydınlatıcı bir işlev görüyor Sinan Meydan yazıları. Örneğin Lozan'ın bir hezimet mi ya da zafer mi olduğunu inatla ve sabırla uzun uzun üzerinde durarak anlatıyor. Ankara Antlaşması'na dayanarak Musul'da hak iddia etmeye çalışanların Ankara Antlaşması'nı nasıl deldiklerini anlatıyor. Adnan Menderes'ten demokrat bir kişilik çıkarmaya çalışanların beyhude çabasını Menderes dönemindeki antidemokratik uygulamaları teker teker sıralayarak ayrıntılarıyla listeliyor. 15 Temmuz Darbe Girişimi'nin ideolojik arka planını eşeliyor, FETÖ'nün fikir babası kabul edilen ve sicilli bir Atatürk düşmanı olan Said-i Nursî'nin kitaplarında derin bir kazı yaparak emperyalizmin güdümündeki "haçlı irtica"nın ipliğini pazara çıkarıyor. Ve daha nicesi var bu kitapta.

Sinan Meydan, günümüzde Yeni Ortaçağ karanlığının gittikçe hâkim olduğu bir cehalet ikliminde "Aydınlanma Tarihçiliği" yapıyor. Resmî tarihin yalanlarını ifşa ettiğini iddia ederek piyasa yapan müptezellere ağzının payını veriyor. Yalanlarla Cumhuriyet Devrimi'ni ve Mustafa Kemâl'i karalamaya çalışan yobaz tarihçilere karşı bir aydınlanma şövalyesi gibi tek başına savaşıyor. Öyle cevval bir şövalye ki bu yobaz tarihçiler kendi kanallarındaki televizyon programlarına bile Sinan Meydan ile çıkmayı reddedecek kadar ondan korkuyorlar. Zira Sinan Meydan'ın karşısına çıkıp da tevil götürmez bir zırvayı hakikâtmiş gibi savunmak öyle kapalı devre yandaş kanal programlarındaki gibi kolay olmuyor. Cümle âleme rezil olma garantisi veriyor Meydan! Youtube'da Sinan Meydan'ın verdiği ayarlarla rezil rüsva olan sözde tarihçilerden geçilmiyor. Merak edenler o mecraya bir bakabilir.

Yazar bu kitabıyla da Atatürk ve Cumhuriyet düşmanların hak ettikleri yanıtı veriyor. Sinan Meydan, yeminli Atatürk düşmanlarına seslenerek "Ben bu topraklarda Atatürk düşmanlığının koyu bir cehaletten veya derin bir ihanetten beslendiğini düşünüyorum. Bu topraklarda Atatürk'ü ve eserini gerçekten tanıyan namuslu birinin, eğer ihanet içinde değilse, Atatürk'e düşman olabilmesi imkânsızdır." diyor. Katılmamak elde mi? Bir insanın bu topraklarda yaşayıp da Atatürk ve Cumhuriyet'e düşman olabilmesi için ya zırcahil ya da müseccel bir vatan haini olması gerekir. 

Sinan Meydan'ın Yüzyılın Kitabı adlı eserindeki yazılar daha önce yazarın Sözcü gazetesindeki köşesinde yayınlanan yazıların genişletilmiş ve konularına göre sıraya koyulmuş hâlidir. Esasında bir gazete yazıları toplamı bu kitap; fakat olağan gazete yazılarındaki gibi daldan dala atlamıyor, son birkaç yılın tarihî gündeminin nabzını tutuyor, bu bağlamda belli bir yordamı var kitabın. Yazıların tamamının geniş halk kitlelerinin okuyup anlaması için akıcı ve anlaşılır bir dille, kısa yazıldıklarını söyleyebiliriz. Bir gazetenin tam sayfasının izin verdiği boyutlarda kısa yazılar yazılmış. Sıkılmadan, aksiyon filmi izler gibi bir çırpıda okuyup bitiriyorsunuz kitabı. Böyle dedim diye Yüzyılın Kitabı'nı beş para etmez popüler tarihî kitaplar kategorisine sokmayın sakın! O sığlıkta bir kitap olsaydı çekinmeden bunu söylerdim. Sadece bir tarihçiden beklenmeyecek düzeyde açık, anlaşılır ve sade bir üslupla yazılmış bu kitap. Bir şaşkınlık ifadesi olarak da okuyabilirsiniz bu cümlelelerimi.

Popüler tarih üzerine pek çok kitap okumama rağmen ilk defa bir popüler tarih kitabında "antiemperyalist" sözcüğüne denk gelmiş olmanın şaşkınlığını yaşıyorum. Zira bu kitapta Kurtuluş Savaşı'mızın dünyanın bütün ezilen milletlerine örnek olmuş antiemperyalist bir savaş olduğu tezi hiç çekinmeden savunuluyor. Bu tez, sözde Atatürkçü özde Natotürkçü birtakım kimselere yüz yıl anlatsak da asla anlayamayacakları bir hakikattir. Bu kitabı da bir okusunlar bakalım, belki anlarlar. Yine anlamazlarsa artık ne yapabiliriz ki? Ve tekrar vurgulamak istiyorum: Atatürk'e bir şeyhe bağlanır gibi bağlanan, ondan mitolojik bir kahraman yaratmaya çalışan kimseler, onun esas mirasının akıl ve bilim olduğunu artık kavramalılar. Atatürk tapınılacak bir put değil, tam tersine akıl ve bilimle anlaşılacak tepeden tırnağa her şeyiyle bir "insan" olan kanlı canlı bir "Türk devrimcisi"dir.

Sinan Meydan'ın kitaplarını niçin okumalıyız? Bu kitapları ne amaçla kitlelere tavsiye etmeli, niçin geniş kitleler tarafından okunmasını sağlamalıyız? Bu sorulara ayrıntılı olarak yanıt vermek zorundayız. Son yıllarda iyice pervasızlaşarak Türk milletinin ulusal değerlerine, Atatürk'e ve Cumhuriyet'e hakaret etmeyi marifet belleyen demagojik yobazların tarihçiliğine karşı Aydınlanma Tarihçiliği yapan Sinan Meydan'ın kitaplarının geniş halk kitleleri tarafından derinlemesine okunup anlaşılması büyük bir önem taşıyor. Bu kimselerin sabuklamalarına aldanmamak için Meydan'ın kitapları eleştirel bir gözle okunmalı ve kılı kırk yararcasına irdelenerek kamuoyu tarafından tartışılmalıdır. Bu kimselerin geniş halk kitlelerini aldatmak amacıyla radikal İslâmcı ideolojik at gözlükleriyle yazdıkları kitapların ipliğini pazara çıkarmak için Sinan Meydan kitaplarını okumalıyız ve okutmalıyız.

Bu Yeni Ortaçağ düzeninde ne kadar çok kişiyi hakikâtin ışığıyla aydınlatabilirsek o kadar kârdayız demektir. Bu bağlamda düşünecek olursak ideolojik at gözlüklerinden arındırılmış bir biçimde Cumhuriyet tarihine yönelik hakikâtleri öğrenmek isteyen tüm okurlara Sinan Meydan'ın bu kitabını şiddetle tavsiye ediyorum. Döne döne okuyun! Pişman olmayacaksınız. 

İyi okumalar...

11 Eylül 2018 Salı

"KİR TEORİSİ" BAĞLAMINDA EMPERYALİST KAPİTALİST SİSTEMİN SANAT VE EDEBİYATINA YÖNELİK GERÇEKÇİ ELEŞTİRİ!

"Bu açgözlülük ve para hırsı ortamında, bir tek insanca duygu ya da görüşün lekelenmeden kalması olanaksızdır." Karl Marx

“Halk yaşantısıyla canlı ilişki, kitlelerin kendi yaşam deneyimlerinin ilerici bir tutumla geliştirilmesi –işte budur edebiyatın büyük görevi.” (George Lukacs, Marksist İmgelem)

"İnsanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar." (Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz, Çev: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara, 1974, s24)

Bir tarafta entellektüel derinliği ve ufuk açıcı ürünleriyle her dönemde Türk düşüncesine derin ve anlamlı bir katkıda bulunan, kendisi hakkında konuşurken "Profesyonel anlamda Türkiye'deki ezber bozanlar tarikatının şeyh-i ekberidir." dersek nesnel bir durum tahlili yapmış sayılacağımız Yalçın Küçük... Diğer tarafta bir önceki kitabıyla bestseller romanların tahtını, elindeki keskin nesnel eleştiri baltasıyla bir daha onarılması mümkün olmayacak bir biçimde tahrip etmeyi başaran B. Sadık Albayrak... Daha diğer tarafta ise piyasa edebiyatının çelikten zırhını delen yazıları nedeniyle mafyokratik düzenin sözde liberal özde neofaşist kültür mafyası tarafından "itlaf fetvası" ile tehdit edilmesine rağmen yine de susmayan, susturulamayan, sert ve tavizsiz eleştirmen kimliğiyle Taylan Kara...  Düşünce dünyamızın üç "azılı" silahşörü tarafından ortak bir biçimde namluya sürülen bu kitap, kısaca, neoliberal ekonomik sitemin bir üst yapı ürünü olarak tanımlayabileceğimiz postmodern sanatın ve edebiyatın üzerinde, el yapımı, zırh delen mermiler kadar tahrip edici bir etki yaratıyor. 

Sanat ve edebiyattaki mevcut düzeni anlayabilmek için bu düzenin oluşmasına neden olan, bu düzenin devamını sağlayan alt yapı kurumları olarak ekonomi politik nesnel gerçekliğin de doğru olarak tahlil ve tenkit edilmesi gerekmektedir. Öncelikle ekonomi politik bağlamda günümüzün teorik çerçevesi yerli yerine konmalıdır, bu yapılmadan mevcut asrın sanatı ve edebiyatına yönelik yapılacak tüm eleştirel girişimler ve egemenlerin estetik putlarını kırmaya yönelik tüm huruç haraketleri sonuçsuz kalacaktır. Bir sonraki paragrafta bu durumun derin bir tahlilini yapmadan önce temel bir olguya açıklık getirmeliyiz: "Nerede üretim ilişkileri değişmişse orada kültür ve sanat tarzı da değişmiştir." Bu bağlamda düşünecek olursak kapitalizmin üretim tarzında meydana gelen birtakım niceliksel ve niteliksel değişiklikler neticesinde yeni bir kültür ortaya çıkmıştır. 19. ve 20. yüzyıl kapitalizmi üretime dayanan bir kapitalist sistemdi. Onun kültür sanatı da kapitalist gelişmeye paralel olarak modernizmin yarattığı pek çok sanat akımıyla şekillendi. Günümüzde kapitalizm üretime değil finans kapitale dayanıyor. 19. ve 20. yüzyılın üretimle yükselen, bir üretim üssü olan Avrupa devletleri, günümüzde üretimin değil finans kapitalin merkez üssü hâline geldiler. Üretim Avrupa'dan Asya'ya kıtasına kaydı. Dünyanın üretim merkezindeki bu büyük kayma dolayısıyla Avrupa'da neoliberalizm hâkim oldu. Neoliberal politik düzenin hâkim olmasıyla birlikte bu düzenin getirdiği kültürle beslenen yeni bir sanat ve edebiyat anlayışı ortaya çıktı. Neoliberalizmin yarattığı sanat postmodern sanattı. Üretim ilişkilerindeki değişim, dolayısıyla, kültür ve sanatı da değiştirmişti. 

Emperyalist-kapitalist sistem mafyalaşmıştır. 18. yüzyılda toplumun yürütücü motoru olarak ilerici bir görev üstlenen burjuvazi artık çürümüştür. Burjuvazi yüzyılımızın en gerici sınıfı hâline gelmiştir. İşçi sınıfı baskı altındadır. Sömürü katmerlenerek artarken orta sınıf hızla proleterleşmekte, burjuvazi ise ekonomik olarak her geçen gün daha da güçlenerek tekelleşmektedir. Dünyanın her yerinde hukuk tanımayan bir politika egemen olmaya başlamıştır. Devletler arası ilişkiler, diplomasinin sınırları uluslararası hukukla belirlenmiş kurallarına göre değil, silah kullanmaya dayanan bir güç üstünlüğü esasına göre belirlenmektedir. Pek çok ülkede otoriter ya da totaliter rejimler iktidara gelmiştir veya iktidara gelebilecek politik güce ulaşmaya başlamıştır. Twitter üzerinden savaş tehditleri yollama pervasızlığına kadar varan bu irinleşme siyasetinin doğal olarak sanat ve edebiyata da bir yansıması olacaktır. Kir Teorisi kitabının yazarları yukarıda tanımladığımız süreci "tekeliyet" olarak adlandırıyorlar. Yazarlarımız, tekeliyet düzeninde üretilen sanat ve edebiyatın çürümesinin boyutlarını bu kitabı teşkil eden nesnel eleştiri yazılarıyla aksi iddia edilemez bir biçimde kanıtlamaktadır.

Bu noktada Kir Teorisi kitabı yazarlarının görüşlerinin, edebiyatı politik bir gönderisi olmayan saf ve sade bir sanat türü olarak tanımlayıp, edebiyat içinde politik olanın bir yeri ve önemi olmadığını, olmaması gerektiğini savunan kuramsal birikimi yüksek gerizekâlılar tarafından anlaşılamamasını gayet olağan karşılamak gerekiyor. Çünkü onlar için edebiyat, sadece dil içi birtakım yapısal ve imgesel oyunların üretiminden başka bir şey değildir, olmayacaktır. Onlara göre toplumsal-politik bir gönderisi bulunan bir roman sadece politik propaganda aracıdır ve edebî açıdan önemsizdir. Onlara göre bir  edebiyat ürününün gönderisi estetik başarısında gizlidir, başka bir yerde değil! Edebiyata ve genel olarak sanata yönelik bu estetikçi bakış açısı, edebiyatı ve sanatı politik alanın dışına çıkararak ona görece bir özerklik sağlıyor gibi görünse de aslında edebiyatı politik alanın dışında sadece estetik tarafından çepeçevre kuşatılmış bir düşüncesizlik çölüne sürgün ederek etkisizleştirmekte, edebiyatı birtakım yazarların ve şairlerin kişisel estetik amaçlarına dayanan üretiminde soyutlanmış mastürbatif bir eylem mertebesine düşürmektedir. Çünkü "Halkın kendi kaderini tayin hakkını elinden alan siyasal ve toplumsal düzen, aynı zamanda o halkın yaratıcı gücünü de öldürür."dü. (Hegel) Sanat ve Edebiyatı toplumsal köklerinden kopararak soysuzlaştırmak isteyenlerin daima ideolojilerden arındırılmış bir sanat ve edebiyatı savunması bundandır. Bir halkı topyekûn cahilleştirmek isteyen emperyalizmin hücum ettiği ilk mevzi bu yüzden her zaman sanat ve edebiyat cephesi olmaktadır. Bir halkın edebiyat cephesini topyekûn ele geçirmeyen emperyalizm, asıl amacına hiçbir zaman ulaşamayacaktır.

Romanda insanın yok edilişi, insansız bir romanın yaratılışı

Kir Teorisi kitabının en temel tezlerininden biri de Türk ve dünya romanında insanın yok edildiğidir. Peki bu gerçekçi bir tez midir? İrdeleyelim. Son dönemde yazılan romanların büyük çoğunluğunda üreten emekçi kesimlerin hayat hikâyesi anlatılmıyor. Hattâ çoğunda ana karakterler "insan" bile olmuyor. Neoliberal kapitalist sistemin köleleştirdiği tırnak içinde bir insan anlatılıyor artık romanda. Aslında bu tırnak içinde insanların anlatıldığı yeni romanlar bile mevcut nesnel gerçekliği az çok anlatıyor. Daha kötüsü "entellektüel bunalım yaşayan lümpen proleterlerin yaşamını" beşinci sınıf bir iç monolog ve bilinç akışı tekniğini bayağılaştırarak anlatan yazarlar, okurda sanki bir makine tarafından yazılmış algısı yaratan romanlar üretiyorlar. 21. yüzyılın Türk ve dünya edebiyatında roman, artık piyasaya arz edilen, alınıp satılabilir olduğu ölçüde değer taşıyan ticarî bir "mal"dır. Sanat falan değildir, emperyalist kapitalist sistem tarafından etkin bir biçimde kullanılan bir toplum mühendisliği aracı, emperyalist kapitalist güç odaklarının ideolojisini geniş kitlelerin bilincinde meşrulaştırmak için kullanılan ideolojik bir aygıttır. O yüzden romanın insanı anlatması gerekmez, o sadece piyasa edebiyatında, edebiyat mafyasının kârını maksimize etme emeline hizmet etmelidir, bu arada, aynı zamanda, işlediği konular bağlamında da emperyalist kapitalist sistemi meşrulaştırmalıdır. Artık içinde insan olmayan bir roman yazılıyor. Roman, insanı anlatan bir edebiyat türüydü. İnsanı anlatmayan "anlatı"lar nasıl roman olarak tanımlanabilir? Öyle romanlar yazılıyor ki romanın 300 sayfasını okuyorsunuz ve birisi size "Okuduğun romanın konusu nedir?" diye sorsa verebilecek bir yanıtınız olmuyor. Birkaç onurlu yazar ve eleştirmen hariç bu düzenin edebiyatına itiraz eden kimse de çıkmıyor. 

Edebiyat ve sanat degilerinde CIA parmağı 

Kitaptaki pek çok yazıda Saunders'in Parayı Verdi Düdüğü Çaldı adlı kitabına atıfta bulunuluyor. Kitapta, CIA'nın kültür sanat dergilerini kullanarak ne türlü manipülasyonlar yaptığı uzun uzun ve somut nesnel kanıtlarıyla anlatılıyor. Özellikle kapitalist sistemin en zayıf halkasında bulunan, bu bağlamda düşünecek olursak Leninist teoriye göre devrime en müsait coğrafyalarda, bu ülkelerdeki sol aydınları yozlaştırmak için ne tür oyunların geliştirildiği, CIA destekli kültür sanat dergileri ile yürütülen beyin yıkama faaliyetlerinin tamamı ayrıntılarıyla anlatılıyor. Okudukça hayretler içinde kalıyorsunuz. (Kültür sanat dünyasında ne gibi dolapların döndüğünü bilenler pek hayret etmiyorlar ama yine de okunası bir kitaptır Saunders'in kitabı.) Ve tam da bu noktada zihninizde şu soru belirmeye başlıyor: Avrupa'da bu faaliyetleri yürüterek Avrupa'nın toplumcu gerçekçi temellere dayanan edebiyatını ve Avrupa solunu çürüten CIA, ülkemizde hangi yayınevleri, hangi dergiler aracılığıyla toplumcu gerçekçi Türk edebiyatını ve Türk solunu yozlaştırıyor? Birtakım edebiyat ödüllerini 99 yıllığına kiralayan sözde sol görünümlü yayınevlerinin bu alandaki işlevi nedir? Hangi şair ve yazarlar CIA'dan teşvik primi alarak çalışıyor? Okudukça aklınızda çok haklı sorular belirmeye başlıyor. Edebiyat ve sanatın sadece edebiyat ve sanattan ibaret olmadığını, ideolojiden en uzakmış gibi görüneninin bile arkasında birtakım kirli güçlerin emellerine hizmet eden örtük bir ideolojik ajandanın varlığını anlıyorsunuz. Emperyalist-kapitalist sistemin kurduğu hegemonyanın sadece politik alanla sınırlı olduğunu düşünen saf salaklardansanız size pek bir sey anlatmayacak bu kitap; fakat bu kitabı okudukça mafyalaşan emperyalist-kapitalist sistemin hegemon olduğu bir dünyada hiçbir şeyin saf, sade ve temiz kalamayacağını anlayacaksınız. Ve burada asıl ve yakıcı soruyu değişik bir dille tekrar sormak gerekiyor: Türkiye'de günümüz edebiyat ve sanatını egemenliği altına alan birtakım sol görünümlü fakat CIA destekli yayınevleri ve dergiler hangileridir? Kimler sanat ve edebiyat dünyasında sol bir görüntü altında düşman ordusuna askerlik yapıyor? 

Piyasa edebiyatının "niteliksiz" ödüllerindeki kepazelikler

Taylan Kara'nın ülkemizdeki edebiyat ödülleri ile ilgili yazılarını, televizyon programlarını ve etkinliklerini ilgiyle ve hayretle takip ediyorum. Önceleri bu yazıları okurken ya da televizyon programlarını, etkinlik video kayıtlarını izlerken "Amaaann hepimizin bildiği sırlar işte!" diyerek kayıtsızca takip ediyordum. Birkaç yazı sonra Sherlock Holmes gibi iz süren Taylan Kara'nın somut verilere dayanarak desteklediği argümanlarını okuyup dinleyip doğruluklarını iki kere teyit ettirdikten sonra Kara'nın anlattıklarının hepimizin bildiği sırlardan olmadığını, Kara'nın bize yeni yeni sırlar fısıldadığını anlıyoruz. Ben bile bu kadarının olabileceğini düşünmüyordum. Edebiyat ödüllerinde dönen birtakım dönme dolapların nedeninin, en fazla "körler sağırlar birbirini ağırlar" tarzıyla birbirine ödül verip duran, Attilâ İlhan'ın tabiriyle söylemek gerekirse, küçük "edebiyat çeteleri" tarzında örgütlenmeler olduğunu düşünüyordum. Kazın ayağı öyle değilmiş! Ne çirkeflikler, ne bayağılıklar... Aklınız duracak! Kir Teorisi kitabında bu konu üzerine Taylan Kara tarafından yazılan hemen hemen bütün yazılar derlenmiş. Hepsini toplu olarak okuyunca daha etkili oluyor. Okumanızı tavsiye ederim. Allah kimseyi Taylan Kara'nın diline düşürecek kadar küçültmesin!!! Beddua niyetine de okunabilir.

Kitap eklerinde tekelleşen "eleştirmeyenlik" kurumunun anatomisi

2004 yılında üniversiteye girdiğim günden beri kitap eklerini düzenli bir biçimde takip ediyorum. Bu süre zarfında Cumhuriyet Kitap'ın sadece birkaç sayısını kaçırmışımdır belki de. Diğer gazetelerin verdiği ekleri de ara sıra takip ediyorum. Sol'un gazete olarak çıkarıldığı dönemde her çarşamba günü Sol Kitap ekinin de her sayısını okudum. Maalesef artık çıkarılmıyor! Aydınlık Kitap ekini çıktığı günden beri aralıksız okuyorum. Aralarında bir karşılaştırma yapacak olursam, birkaç saçmalaması dışında, (Bakınız: Selim İleri söyleşisi, yıllarca FETÖ gazetesinde yazmış bir müptezeli Aydınlık Kitap'a kapak yaptılar!!!) Aydınlık Kitap eki açık ara farkla nitelik bakımından diğerlerinden daha iyidir diyebilirim. En azından birkaç haftada bir ciddi eleştirel yazılar okuyabiliyoruz kendisinde. Hattâ son haftalarda durumu iyice toparladılar gibi diyebilirim, ciddi anlamda eleştirel ve oylumlu yazılarla karşılıyor bizi Aydınlık Kitap. Kir Teorisi'nde diğer kitap ekleri hakkında yazılanların tamamına katılıyorum. Gerçekten de artık okunamaz bir hâle geldiler. Meselâ kitap eklerinde tanıtılan herhangi bir kitap hakkındaki yazıyı kopyalayıp yapıştırın, daha sonra kitap ve yazar adını değiştirip başka bir kitap ekine yollayın, bunu sürekli yeni çıkan kitaplar üzerindeki aynı çalışmayla tekrarlayın, bu kopyala yapıştır yazı emin olun ki birkaç kitap ekinde sorunsuzca yayınlanacaktır. Hem de defalarca! Kitap eklerinin tamamında belirgin bir kültürel yozlaşma gözleniyor. Reklam geliri için atmayacakları takla kalmamış. Özellikle İlhan Selçuk döneminde zevkle okuduğum Cumhuriyet Kitap ekinde inkâr edilemez bir kültürel yozlaşma var. Cumhuriyet gazetesinin tarihsel birikimini ve etik çizgisini inkâr eden, inkâr etmeyi bir yana bırakalım bu tarihsel birikime açıkça söven birtakım yazarların-şairlerin kitaplarını bile tanıtıyorlar artık. Üstelik düzenli takip etmeme rağmen son 5 yılda Cumhuriyet Kitap ekinde yayınlanmış tek bir ciddi eleştirel yazı okumadım. Cumhuriyet Kitap ekinde, bütün kariyeri cumhuriyet değerlerine ve Kemalizm'e küfretmek üzerine kurulmuş yazar ve şairlerin kitapları övülüyor artık. Akıl almaz işler bunlar; ama Kir Teorisi kitabını okudukça bu işlerin ne menem işler olduğunu anlayabiliyorsunuz ve "akıl almaz işler" olarak tanımladığınız işlerin hiç de öyle akıl almayacak şeyler olmadığını kavrıyorsunuz.

Kekeleyen 2000'ler şiirinin eleştirisi 

2000'ler şiiri üzerine onlarca oylumlu yazı yazıldı. Yıllardır bu şiirin eleştirisi yapılıyor. Daha da yazılacak. Hâlbuki asıl eleştirilmesi gereken 2000'ler şiirinin birtakım arızî nitelikleri değil, mevcut şiir ortamının kemiksizliği, şairlerin toplumsal olana duyarsızlaşması, kendi egosunun hayranı ruh hastası ya da cinsi sapık tiplerin dergilerde, kitap eklerinde, gazetelerde "büyük şair" olarak afişe edilmesi olmalıdır. Garabetin boyutlarına yönelik kendi yaşantımdan bir örnek sunmak istiyorum: Türkiye'nin sayılı şiir dergilerinden birinde ülkemizin "her yerde yazan meşhur bir şairi" hakkında kısa, etkisiz, eleştirmeyen, hatta yer yer onu öven bir yazı yayınlıyorum. Bu yazıda şiir ile ilgilenen bir lise talebesinin dahi bildiği, Attilâ İlhan'a ait olan bir dizeyi -hatta bir şiir kitabına ad da olmuştur- Cemal Süreya'ya hamlederek aktarıyorum ve sosyal bir deney yapıyorum. Sonuç? Bir Allah'ın kulu da "Bu dize Cemal Süreya dizesi değil behey cahil!" diye itiraz etmiyor. Neden? Çünkü kimse kimseyi okumuyor. Okusa mutlaka görecek oradaki tahrifi. Ama okumuyor. O "her yerde yazan meşhur şair" de kendi hakkında yazılmış bu yazıyı okumuyor. Ya da daha kötüsü yazıda kendisi övüldüğü için bu bariz hataya ses etmiyor, övücüsünü ürkütmüyor. 

Bu noktada şunu söylemek istiyorum ki B. Sadık Albayrak'ın 2000'ler şiiri hakkında yazdığı yazının altına imzamı atıyorum; fakat şunu da söylemeden geçmek istemiyorum: O yazıdaki tezlerin tamamı olağan bir şiir ortamında, olağan ve oldukça başarılı bir şiir eleştirisi olarak tanımlanabilirdi, bu açıdan bakarsak şiirimizi geliştirici bir işlev de üstlenebilirdi; oysa bu irinleşmiş şiir ortamında o yazının pek bir işe yarayacağını zannetmiyorum, zira muhtemelen yazıda isimlerini anarak eleştirdiğiniz şairler dahi o yazıyı okumayacak!!!
Aydın-sızlaşma

50'li yıllardan başlayarak Kemalist devrimini yitiren ve basiretsiz politikacıların elinde oyuncak hâline gelerek bir köle gibi Atlantik sistemine bağlanan Türkiye'de, bu durumu daha da geliştirmek ve devamlılığını sağlamak için, organik aydınları yok etme süreci emperyalizmin temel programlarından biriydi. Akla hayale gelecek her çeşit fiili ya da psikolojik savaş yöntemi kullanılarak koskoca bir ülke kademe kademe aydınsızlaştırıldı. Aydınlanmadan zerre nasibini almamış kerameti kendinden menkul tipler "entellektüel, kanaat önderi" sıfatlarıyla topluma pompalandı. Emperyalizm, bizatihi kendi desteğiyle bu ülkede birtakım vatansız solcuları, natotürkçüleri, kraliçenin islamcılarını ya da neoislamcıları "üretti". Sol görünümlü olmasına rağmen emperyalizmin çıkarına hizmet eden bir vatansız solcular kuşağı yaratıldı. Türk milliyetçiliğinin tarihsel birikimine aykırı bir yol tutturan, "milli bağımsızlık" ilkesini ağzına almayan, yönünü Ötüken'e değil Washington'a dönmüş bir natotürkçüler kuşağı yaratıldı. Aynı şekilde CIA destekli tarikat-cemaat yurtlarında kendi ülkesine karşı cihad edebilecek kadar vatan ve millet bilincinden nasibini almamış neoislamcılar türetildi. Ülkenin gerçek aydın birikimi katledilirken yukarıda saydığımız, emperyalizmin etki ajanı olarak görevlendirilmiş sözde aydınlar birtakım fonlarla desteklendi, piyasaya "entellektüel ya da kanaat önderi" etiketiyle pazarlandı. Jean Paul Sartre'ın dediği gibi "Bu asimile edilmiş toplumlarda sözde düşünür ve sözde aydınlar vardır; gerçek düşünür ve gerçek aydınlar değil."

Mafyalaşan emperyalist kapitalist sistem bir ülkeyi topyekûn teslim almak istiyorsa ilk yapması gereken o ülkenin aydınlarını yok etmektir. 80 darbesinden bu güne kadar bu ülkenin en seçkin aydınları ya öldürüldü ya da hapislerde çürütüldü. Sadece 90'li yılların karanlığında kaybettiğimiz aydınlarımız bile, tek başına, harap olmuş bir ülkeyi ayağa kaldıracak kadar donanımlı entellektüel kadrolardı. 90'lı yıllarda öldürülen aydınlarımızdan bir kadro kurup istediğimiz Orta Afrika ülkesine göndersek 10 yılda o ülkeyi dünyada parmakla gösterilen bir ülke haline getirirlerdi! Hepsini hunharca katlettiler. Sadece öldürdüler mi? Tabii ki hayır! Diri diri yaktılar, daha ne olsun!!! Bir kısmına da hapislerden hapis beğendirdiler. Öyle aydınlarımız var ki beş farklı kuşakla hapis yatma onuruna eriştiler. En son Silivri zindanlarında, ülkede ne kadar emperyalizm karşıtı sol, sosyalist, devrimci, vatansever, ulusalcı, Kemalist, milliyetçi, laik aydın varsa uydurma delillere ve yalancı tanıkların düzmece ifadelerine dayanarak hapsettiler.  Kimilerini ise soysuzlaştırmak için her türlü sermaye aracını en etkin biçimde kullandılar. Parayla satın aldılar. Dönekleştirdiler. Emperyalizme karşı savaşırken sivrilen pek çok genç beyni burs verip kendi ülkelerinde eğiterek mankurtlaştırdılar. Öyle ki ABD'ye gitmeden önce bağımsızlıkçı sosyalist bir çizgide ilerleyerek yükselen bu gençler döndüklerinde neoliberal solun Türkiye acenteliğine alçalmışlardı. Soros çocuklarının tamamı bu familyadandır. Bir kısmını da bakanlıklarda danışmanlık kadrolarında görevlendirip yüksek maaşlarla ya da çok satan sermaye gazetelerinde köşe yazarlıkları ile kandırıp devşirdiler. Sonuç olarak her türlü baskı, zulüm ve teşvik aracı kullanılarak Türkiye aydınsızlaştırıldı.
"Aydın, reddeden, hayal eden, kuran insandır." (S. 183); fakat bu ülkede emperyalizme biat etmeyen, reddeden, özgürce hayal eden, bağımsız bir düşünce sistemi kurabilen aydının tohumları bile yok etmek için ne gerekiyorsa misliyle yaptılar. Türkiye'nin son 38 yıllık tarihi bir "aydın soykırımı" tarihidir!!! "Sadece son 38 yıl mı?" diye soranlar olacaktır muhtemelen. Haklısınız sevgili kardeşlerim! Kesinlikle katılıyorum size!!!

Kitapta yukarıda kısaca özetlemek zorunda kaldığımız aydınsızlaştırma sürecinin çıkış yolu da açık ifade edilmektedir. Yeni aydınlarımıza insanlığın büyük aydınlanma birikimi yol gösterici olarak sunulmaktadır ki bu fikre katılmamak elde değil. Bu kirli düzenden çıkış yolunun kökleri aydınlanma felsefesinde gizlidir.
"Ey Solcu, 
Batı, aynı zamanda Aydınlanma Çağıdır. 
Ey Solcu, aydınlanmacı yazar ve filozofların hepsi materyalisttir.
Aydınlanma Çağı, Batı'da ay tutulmasını yaşamaktadır. 
Ey Solcu, şimdi dünyanın aydınlanmacı görevlerinin hepsi, senin omuzlarındadır. Aydınlanmacı Batı, senin hâlâ hazinen'dir." (Kir Teorisi, s. 58)

Sonuç

Kir Teorisi kitabındaki yazılar soyu tüketilen nesnel eleştiri damarımızın hâlâ atmaya devam ettiğini gösteriyor. Bu iyi... Fakat bu üç yazarın da emperyalist kapitalist sistemin edebiyatını tanımlamak için farklı kavramlar kullanıyor olması konuya hâkim olmayan okurlar açısından sıkıntı yaratabilir. Örneğin Yalçın Küçük'ün "küfür romanları, kir edebiyatı, tekeliyet" olarak tanımladığı düzene B Sadık Albayrak "sistem edebiyatı", Taylan Kara ise "piyasa edebiyatı" diyor. Yazıların bazılarında bu kavram sıkıntısı belirgin. Sanıyorum ki, daha önce gazete, dergi ve internet sitelerinde yayınlanan bu yazılar Kir Teorisi bağlamında yeniden güncellenmeliydi; fakat bu yapılmadı. Bu kötü... Umuyorum ki ileride bu ve bunun gibi kavramsal karışıklıklar da giderilecektir. Birkaç yazım hatası dışında kitaptaki titiz editör emeğini de görmezden gelmemeliyiz diye düşünüyorum. Kitabın boyutundan tutalım kapağına kadar tamamında bu editör emeğini görebiliyoruz. Bu da iyi...

Kir Teorisi kitabı yazılmasaydı ne olurdu? Her sene, edebi işlevine inanıldığı için değil de yasak savar gibi yahut yayınevleri için rutin bir işkence olarak yayınlanan eleştiri kitapları arasında Kir Teorisi'nin ayırt edici özelliği nedir? Yayınlanmasaydı ne kaybederdik? Bütün bu sorularınıza kitaptan aldığım bir bölüm ile yanıt vereceğim: "Pisler, kir'i, temizlik sanıyorlar. Kocaoğlanlar, aptallığı, zekâ biliyorlar. Fakat, çok şükür, henüz tükenmedik. Hâlâ, bu kir savaşının, insanlık onurumuza bir saldırı olduğunu gören ve bilenlerin sayısı az değildir; tepkilerinden anlıyoruz." (Kir Teorisi, s. 65)

Kitabın son yazısı olan "Sahipsiz Gerçek Çağırıyor"da B Sadık Albayrak, metropollerin duvarlarına sprey boyalarla madde madde yazılası bir yeni gerçekçi edebiyat bildirisi sunuyor bize. Bir kuplecik sunuyorum sadece. Tadı damağınızda kalsın ki Kir Teorisi'ni alıp okuyasınız: "Sömürücü sermaye diktatörlüğüne son vermek ve bu çarkın vesilesi, vidası, megafonu olanları alaşağı etmek, çektirdiği acıların hesabını sormak için gerçek bizi kendine sahip çıkmaya çağırıyor."

* Kir Teorisi, Yalçın Küçük, B. Sadık Albayrak, Taylan Kara, Doğu Kitabevi, 439s, 2018 

15 Mart 2018 Perşembe

BARIŞ ERDOĞAN'IN "TEŞBİH TANELERİNİ" TANE TANE ÇEKERKEN...

Eskiden, Cumhuriyet gazetesinin gerçekten bir gazete olduğu dönemlerde, genellikle gazetenin ikinci sayfasında "Olaylar ve Görüşler" başlığı ile birtakım düşünsel ve eleştirel yazılar yayınlanırdı. Her yazı alanında uzman bir yazar tarafından kaleme alınırdı ve o yazıyı okuduğunuzda, sözgelimi, gündemdeki herhangi bir politik veya kültürel meseleye bakışınız eskisine nazaran daha da derinleşirdi. Bu yazıların birçoğu deneme üslubuyla kaleme alınır, böylece makalenin o sıkıcı ve ağır bilimsel üslubu okuru bunaltmazdı. Şimdi öyle değil maalesef. 

Aynı dönemlerde yine Cumhuriyet gazetesinde edebiyatçılar köşe de yazardı. Gazetede ve kitap ekinde Oktay Akbal, Melih Cevdet Anday, Sabahattin Eyüboğlu, Salah Birsel, Vedat Günyol, Tahsin Yücel, Emin Özdemir, Adnan Binyazar gibi nitelikli edebiyatçılarımız deneme türünün en muhteşem örneklerini bir gazete köşesine sığdırarak bize ulaştırırlardı. Dehşetengiz bir sefalet içinde geçen öğrencilik hayatımda bile, sırf o denemeleri okumanın tarif olunamaz hazzına erebilmek için simit paramı o zamanın en pahalı gazetelerinden biri olan Cumhuriyet gazetesini satan bayiye yatırmakta bir an bile tereddüt etmezdim. Şimdi yine öyle değil maalesef.

Zaman içinde nitelikli edebiyat da nitelikli edebiyatçılar da gazete köşelerinden silindiler. Aslını söylemek gerekirse bu silinme eylemi doğal süreçlerle de olmadı. Bir ülkeyi topyekûn bir cehalete teslim etmeyi amaç edinmiş neoliberal kültürel piyasanın habis inşacıları tarafından cebren ve hile ile siliniverdiler. Şimdi gazetelerde edebiyat üzerine deneme yazıları yayınlanan yazar-şair sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Olanlar da çoğu zaman siyaset yazıları ile haftalık köşelerini, güncel siyasetin çıkmaz sokaklarında halkı biraz daha alıklaştırmanın bir aracı haline getirerek heba etmek zorunda kalıyorlar.

Çok karamsar bir tablo mu çizdim size? Sanmıyorum. Buraya kadar anlattıklarım, bence, gerçekçi bir durum tespiti ya da nesnel koşulların yarattığı acımasız gerçekliğin natüralist bir betimlemesi olarak tanımlanabilir. Umutsuzluğa mahal vermeden biraz da aydınlatıcı bir umudu yeşertelim öyleyse. Şimdi size okumaktan zevk aldığım bir kitaptan söz edeceğim. Hatta keşke çıkar çıkmaz edinip okusaydım dediğim bir kitaptan... Öğrencilik yıllarımda, gazetelerde denemelerini okuduğum o usta edebiyatçıların denemelerinin bana verdiği entellektüel lezzeti yeniden dimağımda yaratan bir kitaptan... Bu yüzden, maalesef, pek de tarafsız olmayacağım bu yazıda. Size Barış Erdoğan'ın Teşbih Taneleri adlı denemeler kitabından söz edeceğim, eski bir tanışla yıllar sonra aynı mahalle kahvesinde karşılaşmış bir yaren gibi.

Öncelikle şunu söyleyeyim ki Teşbih Taneleri'ndeki denemeler bir gazete köşesine sığmayacak kadar uzun, günlük yazıya harcanmayacak oranda bir edebiyatçı emeği, her okumada farklı bir lezzet bırakacak düzeyde oylumludur. Temposu çok yüksek denemeler var kitapta. Bir an olsun kendinizi bir önceki paragraftaki atıfa veya yoruma bırakırsanız geri dönüp denemeyi yeni baştan okumak zorunda kalabilirsiniz. Huysuz bir at gibi aylak okuru hemen sırtından atıyor bu denemeler. Ritmiyle okurun zihnini dinç ve diri tutuyor. 

Hüseyin Kalyan, Teşbih Taneleri hakkında şöyle diyor: "Burada öyle zarif bir üslup, öyle engin bir şefkat ve öyle kuvvetli bir sadâkat var ki edebiyâta karşı; yüksek, ziyâdesiyle yüksek bir dikkatle okumazsanız bu kitabı, uhdesindeki bir çok şedit ve uyandırıcı taşlamayı gözden kaçırabilirsiniz." Kesinlikle katılıyorum bu cümlelere. Teşbih Taneleri'nde dikkatli okuyucuların gözünden asla kaçmayacak zekâ ürünü iğnelemeler var. Her aklı başında şairin okuduktan sonra kendine çeki düzen vereceği şiir içi eleştirel tespitler var. Eleştirilmeyi seven şairleri muazzam bir entellektüel zevk bekliyor. Aynı zamanda bir işaret fişeği olmuş bu kitap. Teşbih Taneleri, "Ey şuara! Bu güne kadar şiiri sevdirmek için ne yaptın?" sorusuna karşılık olarak yazılmış bir kitap gibi geldi bana. Barış Erdoğan, bu kitapla şiir sevgisini arttırmak için elinden geleni yapıyor ve bu soruyu da fiili olarak yanıtlamış bulunuyor.

Barış Erdoğan, Teşbih Taneleri'nde daldan dala da atlıyor. Her atlayışta farklı bir dalın meyvesini füzyon mutfağının orijinal teknikleriyle tabaklayıp önünüze koyuyor. Lezzetini birden önünüze sunmuyor ama edebi lezzetini sunmak için sizden birazcık da olsa gurmelik bekliyor bu kitap. Çağın hızlı okumalıklarıyla bilinci dumura uğratılmış avamî okura kolayca lezzetini tattırmıyor, çok nazlı mübârek! Bir anlık dalgınlıkları da affetmeyen bir yapıda yazılmış denemeler. Lafı uzatmadan, meramını en kısa ve en vurucu cümlelerle aktarmaya çalışmış Barış Erdoğan. Okurken asla sıkılmıyor, bir film sahneleri gibi gözünüzün önünden akıp giden paragrafları her paragrafta yeni bir bilgiyi belleğinize atıp ferahlayarak okuma heyecanınıza yeni parçalar ekliyorsunuz.

Bir yandan kitabı çabucak bitirmek için ara vermeksizin denemeleri okuyorsunuz, bir taraftan da bu güzel kitap ve denemeler çabucak bitmesin istiyorsunuz. Böyle yaman bir okuma çelişkisi içinde kıvranırken nasıl olsa bu güzel denemeleri bir kere daha yeni baştan okuyabileceğinizi düşünerek içinizi rahatlatıyorsunuz. Sahi içiniz rahatlıyor mu bunu düşününce? Benim rahatladı. Umarım ki sizin de rahatlayacaktır. Yaşama olan inancınızı arttıran bu denemeleri okumak sizi mutlaka rahatlatacak. Geleceğe yönelik umut algınızı çoğaltacak. Yoğun iş hayatının sıkıntısının silinip gittiğini göreceksiniz okudukça. 45 dakikalık bunaltıcı bir metro yolculuğunda bu denemelerin dünyasına daldığınız zaman kendinizi bir sahil kasabasının dinginliğinde, "serin serviler altında" çayınızı yudumlarken bulacaksınız. 

Bu kitabı özellikle lise öğrencilerine tavsiye ediyorum. Hani okurken "Yahu bu paragrafların bir sonu yok mu?" dediğiniz o uzun paragraf sorularını daha rahat bir biçimde çözmek istiyorsanız bol bol deneme okumanızı tavsiye ederim. Denemenin de kalitelisini okumak lâzım tabii ki. İnsanı düşünceden düşünceye taşıyan denemeler, ufku genişleten denemeler okumak sizi uzun paragraf sorularına karşı hazırlıklı kılacak ve böylece girdiğiniz kitle sınavlarındaki paragraf sorularında daha başarılı olabileceksiniz. Sıkı bir deneme okuru olmayı başarabilirseniz, sınavlarda karşınıza çıkan o bitmez tükenmez uzunluklardaki paragraf soruları sizin için artık o kadar da uzun olmayacak. Barış Erdoğan'ın Teşbih Taneleri adlı deneme kitabı, bence, sizin için bulunmaz bir başlangıç kitabı olacaktır. 

Barış Erdoğan, kitabında deneme türünün kurucu babaları olan Montaigne ve Bacon'a sık sık atıfta bulunuyor. Aynı biçimde ekresiyetle deneme türünün ülkemizdeki kurucu babalarına da selâm gönderiyor. Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Nermi Uygur ve Salah Birsel'in sık sık adı geçiyor denemelerde. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz ki Barış Erdoğan Teşbih Taneleri'ndeki denemelerde "Deneme türünü tanımak için kimleri okumalıyız?" sorusuna da naif bir yanıt veriyor. Deneme türünü tanımak isteyen yahut bu türe ilgi duyan okurlar için hatırı sayılır bir okuma listesi de sunuyor denemelerin içinde. Denemelerin içinde saklı bulunan bu okuma listesini deneme türünü tanımak isteyen ya da deneme türünü okumaktan zevk alan okurlar için ana hatları çizen bir yol haritası olarak tanımlayabiliriz. 

Deneme, Aydınlanma'nın yarattığı bir düz yazı türüdür. Deneme türünün gelişmesi Aydınlanma felsefesinin toplumsal siyasal ve kültürel hayatta mevziler kazanmasıyla olmuştur. Gerilemesi de Aydınlanma felsefesinin gerilemesiyle doğru orantılıdır. Aydınlanma felsefesinin her geçen gün yeni bir mevzisini kaybettiği günümüzde deneme türüne sarılmak, başka bir açıdan bakacak olursak, Aydınlanmaya ve insancıl bir yaşama sarılmakla eşdeğer olacaktır. Bu bağlamda düşünecek olursak daha fazla aydınlanmak için daha fazla deneme okumalıyız. Deneme türünün sunduğu düşünsel özgürlüğü kullanan yazarların fikirleriyle deryalara dalıp derinliklerden yeni ve özgün fikirler çıkarmalıyız. Aksi takdirde aydınlık bir hayata kast eden bu kör karanlık kazanacak ve dünyamızı yaşanmaz bir hale getirecek. Terra Tenebris'de (Karanlık Gezegen) yaşamak istemiyorsak daha fazla ve kaliteli deneme üretmeli, üretilen bu denemelerin geniş okur kitleleri tarafından okunup anlaşılmasını sağlamalıyız. Şimdilik elimizden ancak bu geliyor.