21 Nisan 2021 Çarşamba

DOĞAN AVCIOĞLU-TÜRKİYE'NİN DÜZENİ


EMPERYALİST DARBOĞAZDA TAM BAĞIMSIZLIK ETÜTLERİ...

Türkiye'yi azgelişmiş olmakla itham edip ülkemizi aşağılamanın önde gelen bir entellektüel spor olduğu aşikâr... İleri teknolojili üretim yapabilen sanayiye sahip olmamamızdan tutun da çağın gerisinde kalmış eğitim sistemine, oradan kadın cinayetlerine ve hatta ülkemizde bisiklet kültürünün bir türlü yerleşememesine kadar her kalemde Türkiye'yi azgelişmiş bir ülke olmakla itham edip aşağılamak Türkiyeli ortalama entellektüelin alamet-i farikasıdır. Küresel çapta entellektüel bir soykırımın yaşandığı günümüzdeki Yeni Ortaçağ düzeninde bile bu çeşit entellektüellerin soyu tüketilemedi. Deniyoruz, ama olmuyor. Ayrık otu gibi bir şey. Bir kere bulaştı mı bir bahçeye onu oradan söküp atmak çok zor. Aslında tüm dünyada egemen kılınmaya çalışılan Yeni Ortaçağ düzeninin yaratmaya çalıştığı insan tipi de budur. Ulusal kültüründen tamamen uzaklaştıktan sonra emperyalizmin dayattığı küresel kültürün hizmetkârlığını yapan, hür dünyanın savunuculuğuna soyunmasına rağmen sadece kâğıt üzerinde özgür, emperyalizme bağımlı bir entellektüel. Bu özelliklerine bakarak yorumlamak gerekirse tam anlamıyla bir "antientellektüel"!

Ülkesinin çeşitli yetersizlikleri dolayısıyla açıkça aşağılamayan kimseye entellektüel denmiyor artık. Azıcık bir yurtseverlik dahi "ırkçı, faşist, ulusalcı" olarak yaftalanıp linç edilmeniz için yeterli bir sebep. Aklı başında hiçbir entellektüel içinde yaşadığı ülkesinin geri kalmadığını iddia edemez. Mesele bu değil. Onurlu bir entellektüel ülkesinin eksikliklerini görüp onları düzeltmek için nesnel durum tahlili yapmak amacıyla bu kusurlara dikkat çeker. Sonra da bu nesnel durum tahlilinden hareketle ülkesini değiştirmek ve dönüştürmek için eyleme geçer. Bunlar ise içinde yaşadıkları ülkenin halkını alenen aşağılamak için kullanıyorlar geri kalmışlık olgusunu. İki tavır arasındaki farkı kavrayamayanlar için yazmıyorum bu yazıyı. Onlar bu paragraftan sonrasını okumayabilir. Gerek yok. Gerçek devrimci, ülkesinin yetersizliğine, az gelişmişliğine dikkat çekerken bu geri kalmışlık durumunu yaratan koşulları ortadan kaldırmayı amaçlar. Emperyalizmin güdümündeki sahtekâr devrimciler ise bozgunculuk yapmak amacıyla az gelişmişliğe vurgu yaparlar.

Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni'nde az gelişmişliğimizin tarihsel kökenlerinden başlayarak günümüze kadar uzanan süreci nesnel bir biçimde tahlil ediyor. Bu kitabı okuduktan sonra ülkemizin pek çok alanda geri bırakılması sürecinin sebep ve sonuçlarını net bir biçimde anlıyoruz. Türkiye'nin modern tarihi söz konusu olduğunda emperyalizmi görmezden gelerek yazılan tarihsel kuramların tamamının niçin çöp olduğunu görüyorsunuz. Türkiye'nin modern tarihini yazmaya niyetlenen bir tarihçinin ilk etapta analiz edip bir açıklama getirmemesinin zorunlu olduğu alan emperyalizmdir. Zira modern Türkiye'nin tarihi bir antiemperyalist mücadeleler tarihidir. Günümüzün Türkiyesinin şekillenmesinde yakın zamana kadar yürüttüğümüz antiemperyalist mücadelelerdeki başarı ve yenilgilerimizin önemi çok büyüktür. Başarılı olduğumuz alanlara baktığımızda bunların antiemperyalist mücadelede de başarılı olduğumuz alanlar olduğunu görüyoruz, başarısız olduğumuz alanların tamamında ise mutlak bir emperyalist esaretin izlerini görüyoruz. Görmemek için kör yahut neoliberal entellektüeller, sahtekâr sözde devrimciler gibi şaşı olmanız gerekiyor.

Türkiye'de antiemperyalist olmadan solcu olunamaz; Türkiye'de emperyalizm teorisi üzerine sistematik, derin ve anlamlı okumalar yapmamış, bu konu üzerine kafa yormamış birinden devrimci de olmaz. Türkiye'nin Düzeni, içeriğiyle devrimci aydınlara yol gösterici bir kitap olma özelliği taşıyor. Türk devrimcisine de nesnel, bilimsel bir perspektiften ülkemizin tarihsel gelişimini okuma fırsatı tanıyor. Bu kitabı okumadan Türkiye'de devrimci olunmaz. Zaten günümüzün devrimcilerindeki kronik hastalıklara baktığımızda bu kitabı derinlemesine okuyup tartışmadan devrimci olmalarından kaynaklanan sorunları açıkça görebiliyoruz. Bilimsel temeli zayıf olan devrimcilerin emperyalistler tarafından dönüştürülmesi de kolay oluyor. Teorideki eksiklikler pratikteki hataların ve giderek devrimci yozlaşmanın temel gerekçesi hâline geliyor. Bilimsel anlamda teorik bilgi birikimi zayıf olan devrimci, kuvvetli olan devrimcilere göre emperyalizmin kucağına daha kolay düşüyor. Türkiye'nin Düzeni ve benzeri kitapların okunup derinlemesine tartışılması bu yüzden büyük önem taşıyor.

Doğan Avcıoğlu'nun Türkiye için önerdiği politik stratejiyi şöyle özetlemek mümkündür: Bağımsızlık içinde toplumsal devrimler yoluyla çağdaş uygarlığa ulaşmak!!! Basit gibi görünebilir ancak üzerinde derinlemesine düşündüğümüzde Avcıoğlu'nun o kadar da basit bir stratejik süreci tanımlamadığı sonucuna ulaşıyoruz. Birinci nokta bağımsızlık! Bağımsız olmayan bir devletin mevcut dünya koşullarında yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bağımsızlık olmadan onurlu bir devletinin inşa edilebilmesi mümkün değil. Buraya yapabileceğimiz tek ek "tam bağımsızlık" olabilir. Her alanda emperyalizme göbekten bağlı bir devletin bağımsızlığından söz edilemez. İkinci nokta toplumsal devrimler!!! Devrimin yürütücü motorunun toplum olması gerektiğine vurgu yapılıyor burada. Toplumsal yaşamda ileriye doğru sıçramalar yaratarak yepyeni bir insan tipini egemen kılacak toplumsal devrimler sayesinde ilk aşamada toplumsal sınıflar arasındaki uçurumu kademe kademe azaltıp öngörülebilir bir sürede tamamen ortadan kaldırmak. "İmtiyazlı, sınıflı, bölünmüş bir kitle"den "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle"ye doğru dönüşümü sağlayacak eylemsel süreci başlatacak unsur toplumsal devrimler olacak. Bu devrimlerin yürütücü motoru ise geniş halk kitleleri olacak. Bir zamanların meşhur tabiriyle söylemek gerekirse "zinde güçler"in toplumsal sınıfların içinden çıkması gerektiğini vurguluyor. Toplumsal devrimler sürecinde devrimin yürütücüsü bürokratlar, askerler, entellektüeller değil halk sınıfları olmalıdır.

Burada devrim için zinde güçlerin devrime öncülük etmesinin yeterli olacağı tezine katılmadığımı ifade etmek istiyorum. Zira devrimcilerin bu güne kadar Türkiye'de başarılı olamamalarının en büyük sebebinin geniş halk kitlelerini devrimin saflarında disiplinli biçimde örgütlemeyi başaramamaları olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de başarılı olmuş tek devrim Kemalist Devrim'dir. Kemalist devrimi yaratan toplumsal sınıfları çözümlemeye çalıştığımızda şu gerçeği görüyoruz: Devrime önderlik eden sınıflar işgalden zarar gören geniş halk kitleleridir. Tarihsel süreçte öne çıkan kişiler Kemalist devrime önderlik eden Mustafa Kemal ve yakın çevresindeki dar kadro olmasına rağmen, bu devrimci önderliğin ortaya koyduğu programın başarıya ulaşmasının asıl sebebinin geniş halk kitlelerinin maddi ve manevi açık desteği olduğunu görüyoruz. Kasaba eşrafı, büyük çiftçiler, ağalar, esnaf, köylü ve emekçilerin desteği olmasaydı Kemalist devrim daha beşiğinde boğulurdu. Evet, doğru önderlik önemli fakat devrimin programına inanmış geniş halk kitleleri olmadan sadece zinde güçler ile devrim yapmaya çalışmak ham bir hayal. Kitle çizgisini devrimci programa egemen kılmak ile kitle kuyrukculuğu yahut popülizm yapmak arasındaki büyük farkı da burada anmadan geçmeyelim. Tarihsel süreçte zinde güçlerin  başarısızlığı bizim düşüncemizi kanıtlamaktadır.

Türk devriminin 21. Yüzyıldaki en büyük ilkesi maalesef hâlâ "tam bağımsızlık"tır. Kendi topraklarımızda bağımsızlığımıza ipotek koyan koşullarda yaşamak zorunda bırakıldık. Kemalist devrimle kazandığımız bütün mevzileri teker teker kaybettik. Tam bağımsızlık ilkesinden uzaklaştıkça - diğer alanlardaki sorunların da baskısıyla - kendi sorunlarını çözmeyen, emperyalistlerin müdahalelerine açık bir ülke hâline geldik. Ekonomide bağımlıyız, dış politikada bağımlıyız, savunmada bağımlıyız, eğitimde bağımlıyız, kültür- sanatta bağımlıyız, turizmde bağımlıyız, sanayide bağımlıyız, ticarette bağımlıyız... Bu sıralama uzadıkça uzar gider. Bu alanların tamamında mutlak bağımsızlığımızı elde etmeden siyasal olarak tam bağımsızlıktan söz edemeyiz. Emperyalizme bağımlı olan bir ülkenin hiçbir alanda bağımsız olması mümkün değildir. Politikada "tam bağımsızlık" ilkesinin ne kadar önemli olduğunu günümüzde emperyalistler tarafından çepeçevre kuşatılmış ülkemizin nesnel koşullarına baktığımızda daha net görüyoruz. Birazcık toparlandığımızda, birazcık bağımsız bir politika yürütmeye çalıştığımızda emperyalistler tarafından organize edilen siyasal, askerî, ekonomik darbelerle hizaya sokulmaya çalışılıyoruz. Bu gün Türkiye'de bu nesnel gerçekliği görmeden siyaset yapmaya çalışanlara gülemiyoruz bile. Onlara sadece acıyoruz.

Türkiye'nin Düzeni adlı kitabında Türkiye'nin ekonomik olarak gelişmesi için "Millî Devrimci Kalkınma" modelinin uygulanması gerektiğini savunan Avcıoğlu'nun bu fikrinin ne kadar yerinde olduğunu 2021 Türkiye'sinde çok acı bir biçimde yaşayarak öğrenmek zorunda kalıyoruz. Millî Devrimci Kalkınma ile ekonomik özgürlüğümüzü kazanamamış olmamızın ağır sonuçlarıyla yüzleşiyoruz. Finansal olarak emperyalist semayeye göbekten bağımlı, sıcak para baronların elinde oyuncak hâline getirilmiş bir ekonomi modeli ile kalkınma hedeflerine ulaşmak doğal olarak mümkün olmuyor. Günümüzde "kalkınma" gibi bir gündemimiz yok. Gündem "kur, faiz, borç, sıcak para"! Üretimi, yatırımı, istihdamı konuşan yok. Bir ülkenin ekonomisinin gücüne yönelik en önemli göstergenin kur ve faizler olması o ülkenin sıcak paraya bağımlı sömürülen bir ülke olduğunun açık göstergesidir. İkinci kurtuluş savaşı koşullarında "millî direniş ekonomisi" modeline geçmek zorunluluğumuz her geçen gün daha acı bir biçimde kendisini dayatıyor. Türkiye'nin yeni dönemdeki ekonomik modelini piyasaların baronları değil hayatın nesnel gerçekleri belirleyecektir. Baronların belirlediği bir ekonomik modelde kazananın geniş halk kitleleri olmayacağını hepimiz biliyoruz zira!

Komprador sanayi ve ticaret burjuvazisinin Türkiye'nin kalkınmasına verdiği zararları görmek için Türkiye'nin Düzeni'ni mutlaka okumalısınız. Komprador sanayici ve iş adamlarının emperyalist güç odakları ile işbirliğine giderek ülkemizin sömürülmesine nasıl yardımcı olduklarını öğreneceksiniz. Ülkemizde yaşayıp, ülkemizde ticaret yapıp, ülkemize fabrika kurup, ülkemizin işçisinin emeğiyle üretim yapan, bu topraklardan para kazanmasına rağmen ekonomik ve siyasi olarak emperyalimin çıkarına hizmet eden bu kompradorları iyi tanımalısınız. Zira yaklaşık olarak yüz yıldır bu kompradorların işbirliğiyle ekonomik kalkınmamızı millî temellere oturtamıyoruz. Ne zaman millî bir sanayi ve ticaret burjuvazisi yaratmak için harekete geçsek bu komprador sanayici ve iş adamlarının ekonomik ve siyasi baskılarına muhatap oluyoruz. Soruyorum: Bu kadar sanayici ve iş adamı olan bir ülke nasıl kalkınamaz? Soruyorum: Bu kadar sanayici ve iş adamı olan bir ülke nasıl dışa bağımlı bir ekonomik modelle yönetilmeye muhtaç olabilir?
Soruyorum: Bu kadar sanayici ve iş adamı olan ülke neden katma değeri yüksek bir üretim yapamaz?

Komprador sermayenin asıl amacının Türkiye'yi yok etmek olduğuna inanmıyorum. Zira yüz yıl böyle bir amacı gerçekleştirmek için yeterli bir süre. Yüz yıla yakın bir süredir Türkiye emperyalizminin ekonomik etkisine mutlak surette açık bir ekonomi olmasına rağmen hâlâ Türkiye'yi yok edemediler. İki ihtimal var: Bütün nesnel koşullar yüz yıla yakın bir süredir onlardan yana olmasına rağmen bunu başaramayacak kadar beceriksizler ya da yok etmek istemiyorlar! Türkiye'yi yok etmek istemiyorlar, tam tersine onursuzca sömürülerek yaşamasını istiyorlar. Zira Türkiye yaşamaya devam ettikçe onlar emperyalist sömürüden pay almaya devam edecekler. Türkiye'nin yaşamasını istiyorlar ama kendi başına bağımsız bir ülke olarak değil, emperyalizme bağımlı bir biçimde yaşamasını istiyorlar. Anadolu köylüsünün bu konuya tam olarak uyan bir sözü var: Ne ondurur ne öldürür! Emperyalizmin çıkarına çalışan komprador sanayici ve iş adamları Türkiye'nin onmasını da ölmesini de istemiyorlar. Kendi başına bağımsız politika yürüten, kendi topraklarında mutlak egemen bir Türkiye yerine dışarıdan talimat alarak havuç-sopa diplomasisiyle yönlendirilen bir Türkiye arzu ediyorlar. Bunu yaparken aynı zamanda virüs gibi yayıldıkları Türkiye ekonomisinin tamamen ölmesini de istemiyorlar. Çünkü bu canlı organizmayı yok ederlerse onun kanını emmeye devam edemeyecekler!!!

İslamcı kanadın elli yıldır ortaya attığı ve kendince yanıtlar vererek çözümlemeye çalıştığı bir soru var: Bizden daha sonra sanayileşmeye başladığı hâlde Japonya nasıl sanayileşti de biz bunu başaramadık? Japonya uzunca bir süre emperyalist etkiye kapalı bir ülke olarak kaldı. O süreçte kendi sanayisini kendi başına kurabilme şansına erişti. Bizi ise hiç rahat bırakmadılar. Emperyalizm üzerimizde dolaşan bir kartal gibi, ne zaman saklandığımız delikten başımızı dışarıya çıkarmaya kalksak tepemize çöktü. Türkiye'deki emperyalist kuşatma olgusunu görmeden ideolojik at gözlükleriyle politika yapmaya çalıştığınızda ortaya koyduğunuz tezlerin tamamı felsefi anlamda safsata olmaya mahkûmdur. Japonya'nın İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki durumuna baktığımızda şunu görüyoruz. Amerikan emperyalizminin mutlak tahakkümü altında, Japon geleneksel kültüründen hızla uzaklaşarak Amerikanlaşan ve dolayısıyla yozlaşarak çürüyen bir millet görüyoruz. Bu günün Tokyolusunun ortalama bir New Yorkludan hiçbir farkı kalmamış ise günümüzün Japonya'sının mucizevî sanayi kalkınmasının ne önemi kalır? Japon ulusal onurunu yitirerek ne kazanabilirsiniz? Aynı soruyu Türk milleti için güncelleyelim: Ulusal onurununu yitirmiş ve Amerikanlaşmış ama her açıdan emperyalizme teslim olarak kalkınmış bir Türkiye bizim Türkiyemiz olabilir mi?

Bir süredir 60'lı 70'li yıllarda ilerici aydınlar tarafından yazılmış kitapları okuyorum. Ali Gevgilili'nin Türkiye'de Kapitalizmin Gelişimi ve Toplumsal Sınıflar adlı efsanevî kitabını okurken bu kitaba atıfta bulunulduğunu gördüm. Üniversitedeyken derinlemesine incelemeden hızlıca okuyup geçtiğim Türkiye'nin Düzeni'ni yeniden okumaya karar verdim. Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yeni baskısı da yapılmış. Hazır ulaşılabilir bir kitap iken Doğan Avcıoğlu'nun Türkiye'nin Düzeni adlı kitabının günümüzün perspektifinden bakılarak yeniden okunması gerektiğini düşünüyorum. Siz de benim gibi günümüzün postmodern Fransız teorisinin ürettiği entellektüel çöpleri okumaktan sıkıldığınızı hissediyorsanız Türkiye'nin Düzeni derdinizi dermanı olacak nitelikte bir kitap. Tok karnına şifa niyetine okuyunuz. Sevaptır.

7 Ocak 2021 Perşembe

ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR-FAHİM BEY VE BİZ

FAHİM BEY VE BİZ, ÇÜRÜYEN OSMANLI ARİSTOKRASİSİNİN SON ÇIĞLIKLARI...

ROMANIN ÖZETİ

Bir Ölüm Haberi, Babamın Anlattıkları

Bir Ölüm Haberi adlı bölümde Fahim Bey’in ölümü ce onun ölümünden duyulan üzüntü anlatılmıştır. Burada ölüme ve taziye yazıları üzerine yazarın görüşleri belirtilmiştir. Babamın Anlattıkları bölümünde ise Fahim Bey’in yaşamı, geçmişi, kişiliği hakkında bilgiler verilmiş, onun kişiliği anlatılmıştır.

Esvaplar, Fahim Bey’le Saffet Hanım

Esvaplar bölümünde Fahim Bey’in Londra sefaret kâtipliği görevi anlatılmıştır. Burada insanın giydiği elbiseler ile kişiliği arasındaki ilişki anlatılmış, Fahim Bey’in makûs talihi yerilmiştir. Fahim Bey’in Esvapları daha sonra da romana laytmotif olarak kullanılacaktır. Fahim Bey’le Saffet Hanım bölümünde ikisinin aile hayatı anlatılmıştır. Bu aile gayet sakin, mutlu-mesut bir ailedir. Bölümde Fahim Bey ve Saffet Hanım’ın fizikî tasvirleri yapılmış ve ruh dünyaları ayrıntılara girilerek anlatılmıştır. Ayrıca bu bölümde saatler laytmotif olarak işlenmiş. Sonraki saatler bölümünde bunun tekrarını göreceğiz. Bu bölümde Fahim Bey ile Saffet Hanım’ın dakikliğine yapılan vurgu dikkat edilmesi gereken bir noktadır.

Küçük Ev ve Dünya Haberleri, Saatler

Bu bölümde Fahim Bey’in ev hayatı anlatılmaya devam edilmiş. Fahim Bey’in biri Türkçe diğeri Fransızca iki gazeteyi sürekli okuması ve onlarda gerekli gördüğü yerlerin altını çizmesi anlatılıyor. Gazetelerdeki felaket haberleri ce Fahim Bey’le Saffet Hanım’ın bu haber üzerine yaptıkları yorumlar ve düşündükleri anlatılıyor. Ayrıca bu bölüme kadar yazar, babasının Fahim Bey’e anlattığı kadarıyla, onun bakış açısının imkânları dâhilinde bir bakış yöneltiyor. Buraya kadar anlatılan Fahim, yazarın babasının anlattığı Fahim’dir. Saatle bölümünde yazarın eniştesi ile halasının Fahim Bey ile Saffet Hanım hakkındaki görüşleri anlatılmıştır.  Bu bölümde Fahim Bey ile Saffet Hanım’ın dakikliği onların sahip oldukları kişilikle ilişkilendirilerek anlatılmıştır. Enişte, Fahim Bey’e iyi gözle bakmıyor. Kendisi garbiyatçı bir bakış açısına sahip olduğu için Fahim Bey’i batılı bir düşünce yapısına sahip olmasını benimsemiyor, onu sürekli eleştiriyor. Halasına göre ise Saffet Hanım gayet iyi huylu, sevimli; bazı ilginç hâlleri olsa da iyi bir ev hanımıdır.

Genel Ara Yorum: Her bölüm bir diğerinden bağımsız gibi görünüyor. Olay örgüsü doğrusal olarak devam etmiyor. Yer yer geri dönüşler (flash back) var. Her bölümde FahimBey’in hayatına dair farklı bir olay anlatılmış. Tüm bölümlerin toplamı Fahim Bey’in hayat hikâyesini oluşturacaktır.

Ukalanın Dedikleri, Teşebbüs-i Şahsî Âleminde

Ukalanın Dedikleri bölümünde Fahim Bey’in düşünce yapısı ile ilgili bilgiler veriliyor. Onun bir filozof denebilecek kadar bilgiye sahip olduğu ve o konuşurken birçok âlimin ona hayran kaldığını yazar söylüyor. Bu bölümde Fahim Bey’in fikirlerinden yola çıkarak bazı durumlara değiniliyor, ayrıca çok bildiklerini iddia eden bazı âlimlerimizin cehaleti ince ince yeriliyor. Fahim Bey, meşrutiyet rejiminin iklimine artan özel teşebbüs âlemine dalmak istiyor. Kafasında şekillendirdiği yaratıcı girişimci fikirlerini hayata uygulayarak çok zengin olmayı umuyor. Sürekli projeler üretiyor; ancak bu projeler kuvveden fiile geçemiyor, uygulanabilirlikten uzak hayalî projeler olarak kalıyorlar. En sonunda özel teşebbüs âleminden soğuyor ve bir han odasında yaratmış olduğu hayali yazıhanesinde kendi kendine hayallere dalıp kendini tatmin etmeye uğraşıyor.

Hanımların Söyledikleri, Rüya

Mahalledeki kadınların –özellikle Huriye Hanım’ın- Fahim Bey hakkında söyledikleri bu bölümde aktarılmıştır. Bu bölüme bakarak hareket edersek buraya kadar anlatılan Fahim Bey’i tanıyamayız. Dedikoducu bir kadının ağzından Fahim Bey âdeta bir zevk düşkünü olarak anlatılmıştır. Fahim Bey bir gün bir rüya görür. Bu rüyada ilginç şeyler dikkatini çeker ve bunu “eşine” anlatır. Saffet Hanım bu rüyayı daha sonra bazı yakınların anlatır. Böylece Fahim Bey’in gördüğü basit bir rüya beşeriyetin ilgisine mazhar olur. Herkes bu rüyayı büyük bir olay olarak algılar, rüya fenomen olur. Hatta belli bir süre bütün mahalle Fahim Bey’in gördüğü bu rüya ile yatıp kalkar. 

Rüya Tabiri, Fahim Bey’in Hakkında İlk Hislerim 

Rüya Tabiri bölümünde bütün mahalleli Fahim Bey’in gördüğü rüya üzerine tabirnameler döktürüyor. Hepsi –maaşallah- gelecekle ilgili çeşit çeşit hikâyeler uyduruyor. Yazarın eniştesi ise Çamlıca’daki köşkünde sefih bir hayat yaşıyor. O da Fahim Bey’in rüyasını tabir etmeye çalışıyor ve Fahim Bey’in öleceğini söylüyor. Ancak bu yorumun temelini Arapça rüya tabirleri kitabında bulamıyor. Daha sonra ise kendisi ölüyor. Yazar burada rüya içindeki gizli dünyayı değil, hurafeye olan genel eğilimi ve batıl inançları yeriyor. Fahim Bey Hakkında İlk Hislerim adlı bölümde yazar, çocukluğundan başlayarak Fahim Bey hakkındaki düşüncelerinin oluşumu ve gelişimi hakkında bilgiler veriyor. Yazarın zihninde beliren ve Fahim Bey’e sorarak öğrenmek istediği bazı kuşkuları var. Bunları zihninde arka arkaya diziyor; ancak Fahim Bey’e bir türlü soramıyor. Yazar Fahim Bey’in “kurulmuş bir saat gibi” tıkır tıkır işleyen hayatının bu seyrinin sebebini arıyor ve bir sonuca varamıyor. Fahim Bey’in kuvveti, insanlara karşı beslediği engin muhabbetten mi gelmektedir; yoksa insanlara karşı ezeli bir hiddet mi duymaktadır buna cevap veremiyor.

Fahim Bey Hakkında Değişen Hislerim, Fahim Bey ve İstanbul

Yazarın Fahim Bey hakkındaki görüşlerinde bazı değişimler meydana geliyor. Yazar önceden Fahim Bey'i dinlemekten, onunla konuşmaktan zevk alırken artık bir sıkkınlıkla ondan uzaklaşmaya başlıyor. Bunun sebebi Fahim Bey'in kendisi olmaktan çok yazarın içine düştüğü durumdur. Fahim Bey'i hep başkalarının anlatımıyla tanımaya çalışan yazar, artık özgür bir biçimde yargılama yapabilen zihniyle Fahim Bey'i yargılamaya başlıyor. Bu nedenle ilk hislerinde bazı değişmeler hâsıl oluyor. Yazar bu bölümde düşünsel-fesefî görüşlere ağırlık veriyor. Fahim Bey ve İstanbul adlı bölümde İstanbul tasvir ediliyor, onun tarihî ve doğal güzelliklerinden bahsediliyor. Aydın bir birey olan Fahim Bey'in mutlaka İstanbul'dan etkilendiği iddia ediliyor. Burada İstanbul'un daha çok geceleri anlatılmıştır.

Fahim Bey'in Dosyaları, Delilik Rivayetleri

Fahim Bey'in Dosyaları bölümünde Fahim Bey'in hayatta uğradığı başarısızlıklar nedeniyle nesnel gerçeklikten kaçmak için kendine kurmuş olduğu hayalî dünyanın ortaya çıkışı anlatılıyor. Bu dosyalar hiç olmayan bir şirketin kâr-zarar defterleridir. Fahim Bey burada sanki bir şirket işletiyormuş gibi defterler tutmaktadır. Fahim Bey'in başarısızlıkları onu muhayyel bir dünyaya itiyor. Aslında Fahim Bey'in tasarladığı işlerin çoğu muhteşem kâr getirebilecek kalitede işlerdir; ancak bunların hiçbirinin gerçek hayatta uygulanabilirliği yoktur. Bu dosyaların ortaya çıkması ile Fahim Bey'in akrabaları ve tanıdıkları onun delirdiğini düşünmeye başlıyor. Mahalleliden etkilenen Saffet Hanım da onlara katılıyor. Fahim Bey ise delirmediğini bildiği için bütün bu hırgüre duyarsız kalmayı tercih ediyor. Yazar bu bölümde Fahim Bey'in delirmediğini ispat etme maksadıyla aslında hepimizin az çok deli olduğunu anlatmaya çabalıyor.

İhtiyarlık Duyguları, Yaşlanan İhtiyarlayan Adam

İhtiyarlık Duyguları bölümünde yaşlanan Fahim Bey'in bedeninde meydana gelen değişikliklerden ve hastalıklarından söz edilmiştir. Fahim Bey aslında yaşlandığının farkında değildir. Bütün insanlar gibi o da yaşlandığını reddetmektedir. Hâlbuki artan hastalıklarının yaşlılıktan başka bir izahı yoktur. Yaşlanan İhtiyarlayan Adam bölümünde yaşlılığın insanları içine soktuğu tuhaf durumlardan bahsedilmektedir. Fahim Bey'in geçmişte yaşadığı birçok olay bu gün ona yabancı gelmektedir. Dünya hızla değişmektedir ve yaşlanan, ihtiyarlayan adam bunun farkına varamamaktadır. Unutkanlık had safhaya varmıştır, Fahim Bey en iyi arkadaşlarını tanıyamaz hâle gelmiştir, kendisine en yabancı insanları ise kan kardeşi sanmaktadır. En yakın arkadaşları birer birer ölmektedir. Yaşlanan ihtiyarlayan adam ölümün ne zaman nasıl kendisine geleceğini bilmemektedir ve bundan dolayı korku duymaktadır. Yazar bu bölümde ihtiyarlayan bir adamın düşünce dünyasını bize hissettirmeye çalışmıştır. Yaşlanan bir adamın dünyadaki olaylara, nesnelere bakışı anlatılmış, bu vesileyle yaşlılıkta yaşanması muhtemel duygular okura hissettirilmiştir. Bu bölümde anlatılan, ihtiyarlayan adam Fahim Bey'dir.

Fahim Bey'in Son Zamanları ve Hakkında Son Hissettiklerim

Fahim Bey son zamanlarında bir mütercim olarak yevmiye hesabı çalışmaya başlamıştır. Çalıştığı yerdeki insanlar onun bu sakin ve gizli dünyasına hayran kalmaktadırlar; ancak Fahim Bey'in içinde fırtınalar kopmaktadır. Tanıdığı, sevdiği birçok insan ölmüş, o ise bu dünyada büyük bir yalnızlığın içinde mahkûm kalmıştır. Geçtiği caddeler, gördüğü yüzler hep yabancılaşmıştır. Artık kimse ona gelip okuduğu o ecnebi gazetelerinde geçen ilginç olayları sormamakta, onu dinlemedikleri için engin bilgisinden de yararlanamaktadırlar. Fahim Bey'in özel teşebbüs âlemindeyken düşlediği projeler hâlâ kafasını işgâl etmekte, ona bu projeleri soran herkese üzerinden yıllar geçmesine rağmen bir parça bile azalmayan inancıyla projelerini anlatmaktadır. Kurduğu hayal dünyasında yaşamakta ısrar ederek hayatından memnun olmaya çalışmaktadır.

Her Şeye Rağmen Gönülleri Şâd Eden Hayat

Bu bölümde insanların hayatla olan ilişkilerine değinilmiştir. İnsanoğlunun talihsizliği üzerine yargılarda bulunulmuştur. Romanın bu bölümünde yazar hayata ilişkin görüş ve düşüncelerini anlatmaktadır. Anlatıcı kişi, yani yazar da yaşlanmaktadır. Gençliğinde düşündüğü şeyler ile şimdiki düşündüklerini kıyaslıyor ve asıl sevginin kendi hayâl dünyamızda yarattığımız seraplarımız olduğunu söylüyor. 

Romanın bu bölümünde yazarın fikre daha fazla önem verdiği gözleniyor. Özellikle son dört bölümde işlenenler Fahim Bey'in hayatından kesitler olmaktan öte bir felsefe metninden bölümler edası taşımaktadır. Sanki yazar, roman içinde anlatamadığı derin düşüncelerini ve hayat felsefesini romanın sonuna iliştirmiş gibidir. 

Bir Gün Olur

Bu bölümde "bir gün olur" düşüncesi üzerinden insanların ilerideki yaşamlarında hiç ummadıkları bazı durumlarla karşılaşabilecekleri belirtilmekte ve bunun üzerinden Fahim Bey ile Saffet Hanım'ın hayatlarında geldikleri noktadan "bir gün olur" imgesiyle bazı kesitler verilmektedir. Bu bölümde de fikir yoğunluğu dikkati çekecek bir seviyeye ulaşmıştır. Adeta "bir gün olur" düşüncesinden hareketle felsefî bir deneme yazılmıştır.

Fahim Bey'e Hitaplar ve Sualler

Yazar bu bölümde Fahim Bey'e sormak istediği bazı soruları sıralıyor. Bu bölümde, daha önceki bölümde de olduğu gibi felsefi birikimini ortaya koyacak bölümler yazıyor. Özellikle bölüm başındaki Fahim Bey'e hitap cümlesi, adeta romanın bir özeti olmuştur. Gerçekten de "herkesin türlü türlü gördüğü" bir Fahim Bey söz konusudur. Roman boyunca bize anlatılan, birden çok Fahim Bey vardır. Fahim Bey'i bize anlatan şahıslardan her birinin bakış açısı diğerine neredeyse zıttır. Yazar bundan hareketle bu bölümde insanların  aynı konularda bile farklı bakış açıları olabileceği gerçeğinin üzerinde durmuştur. Ayrıca bu bölümde yazar Fahim Bey hakkındaki son düşüncelerini belirtiyor, zihninde yer eden Fahim Bey imgesinin nasıl bir şey olduğunu ifade ediyor, son olarak da Fahim Bey'in ölümünden sonra Saffet Hanım'ın içine düştüğü durum, yaşadığı yıkım anlatılarak roman bitiriliyor.

MATERYAL UNSURLAR

ANLATICI

Romanda kullanılan anlatıcı tipi, 3. tekil kişi anlatıcıdır. Bu kişi olayların içinde bir gözlemci gibi bulunmakta ve roman süresince kişileri izlemektedir. Buna tanrısal anlatıcı tipi de denir. Ancak şunu söylemek gerekli ki romanın tamamında kullanılan anlatıcı tipi sadece bu değildir. Romanın bazı bölümlerinde Fahim Bey'i anlatan şahsa göre anlatıcı da değişebilmektedir. Sözgelimi "Hanımlarının Söyledikleri" adlı bölümde Huriye Hanım anlatıcı olarak ortaya çıkmaktadır. Aslında yazar da anlatıcı olarak romanın bir parçasıdır. Çünkü yazar da romanın bir kişisidir. Bu nedenle her iki durumda da anlatan kişi değişir gibi görünse de anlatıcı tipi değişmemektedir. Özellikle son bölümde anlatıcı-yazar daha fazla etkin olmakta, fikrî mubaheselerde kendini öne çıkarmaktadır.

Roman, Fahim Bey ve onun hayatında yer eden diğer insanların gözünden Fahim Bey'in hayatının, kişiliğinin anlatılması biçiminde yazılmıştır. Romanda anlatılan kişi Fahim Bey'dir; ancak onu anlatan şahıslar sürekli değişmekte, değişen her şahısla birlikte karşımıza çıkan Fahim Bey imgesi de değişmektedir. Özellikle son bölümde yazar bu durumu kendi ağzından da itiraf etmektedir.

BAKIŞ AÇISI

Yazar romanda tek bir bakış açısı kullanmak yerine birden çok bakış açısı kullanarak anlatıma güç katmıştır. Romandaki anlatım, sürekli değişen bakış açıları ve bu acıların getirdiği yorumlarla canlanmıştır. Örneğin Fahim Bey'in hayatının (geçmişinin) anlatıldığı 2. bölümde "tanrısal bakış açısı" kullanılmıştır. Bu bölümdeki anlatıma ve tasvirlere baktığımızda bu ortaya çıkıyor; çünkü yazar burada Fahim Bey'i kendi gözüyle gördüğü biçimiyle değil nesnel gerçeklikte olduğu biçimiyle tarihsel olarak anlatmıştır. Özellikle yazarın Fahim Bey hakkındaki hislerini anlattığı bölümler ile romanın bazı yerlerinde de "gözlemci şahsın bakış açısı" kullanılmıştır. Bu bakış açısını oluşturan kişi romanın ve olayların içindedir. Hem olaylara olayların içinden tanık olur hem de onları anlatır. Burada da yazar kendi hislerini anlattığı bölümlerde gözlemci şahsın bakış açısını kullanmıştır. Tekil bakış açısı genellikle otobiyografik romanlarda kullanılır; ancak Fahim Bey ve Biz romanında bu yöntem Fahim Bey'in kendi düşüncelerini anlattığı "Ukalanın Dedikleri" bölümü ile "İhtiyarlık Duyguları" adlı bölümlerde, düşünce hastalıklarını anlatırken yaptığı konuşmalarında kullanılmıştır.

Geleneksel klasik roman tarzında sadece bir şahsın bakış açısından bütün olaylar anlatılır. Hiçbir bakış açısı anlatım bakımından kusursuz değildir. Sonuç olarak bakış açılarının hepsi tek bir açıdan olaylara yaklaşan sınırlı açılardan olaylara bakan açılardır. Modern romanda ise bu durum değişerek birden fazla kişinin anlatımına yönelim gözlenmiştir. Özellikle postmodern romanlarda bakış açısının varlığında bile şüpheye düşüldüğü anlar ve sahneler karşımıza çıkmaktadır. Romanda anlatımın tek merkezli olmaması için ortaya "çoğul bakış açısı" çıkarılmıştır. Bu türde anlatıcı ikinci plana itilmekte "gösterme ve anlatma" refleksleri daha çok öne çıkmaktadır. 

Fahim Bey ve Biz adlı romanda ise romanın adından anlaşılacağı üzere Fahim Bey'e "biz"in bakış açısından yönelinmiştir. Bölümler incelendiğinde roman içinde birbirinden oldukça farklı bir biçimde tanımlanan Fahim Bey gerçekleri ile karşılaşırız. Bir bölümde sadık ev erkeği, diğer bölümde edepsiz Frenk hayranı biri karşımıza çıkabiliyor. Bu nedenden ötürü Fahim Bey ve Biz adlı roman yayınlandığı dönemde çok eleştirilmiştir, hatta hatta birbirinden bağımsız gibi görünen bu metinlerin bir roman bütünlüğü oluşturmadığı, her birinin bağımsız birer öykü olabileceği bile iddia edilmiştir. Bütün bunlar göz önüne alındığında Abdülhak Şinasi Hisar'ın Fahim Bey ve Biz adlı romanı postmodern Türk romanının ilk anakronik örneklerinden biri olarak tanımlanabilir. Özellikle günümüzde postmodernizmin etkilerini eserlerinde gözlemlediğimiz bazı romancılarımız (Orhan Pamuk, Hasan Ali Toptaş vb.) Abdülhak Şinasi Hisar'ın kullandığı çoğul bakış açısını eserlerinde etkin bir biçimde kullanmaktadır. Neticede Abdülhak Şinasi Hisar, romanında birden çok bakış açısını kullanarak romandaki anlatıma çeşitlilik katabilmiştir. Bu çeşitlilik karşımıza nicel olarak bir hayli kabarık bir Fahim Bey'ler kümesi sunsa da anlatılan her Fahim Bey karakteri nitelik olarak olgun bir seviyeye ulaşabilmiştir.

VAK'A VE OLAY ÖRGÜSÜ

Romanda birçok vak'a incelenmiştir. Bu vak'alar yâni olaylar Fahim Bey'in hayatının içindeki yaşamsal kesitlerdir. Romanın içinde Fahim Bey'in hayatında meydana gelen olaylar kronolojik bir sıra ile - çizgisel olarak- anlatılmamış, her bölümde bir veya birkaç olay, çoğu zaman birbirinden bağımsız bir biçimde işlenmiştir. Romanın ilk bölümlerinde vak'aya ve onun anlatımına önem verilmiş, son bölümlere doğru ise fikriyat ağır basmaya başlamıştır. Romanda olay örgüsü çizgisel bir izlek oluşturmaz. Yer yer geri dönüşler bulunmaktadır. Ayrıca bölümler arasında neden-sonuç bağları bulunmamaktadır. Söz gelimi "Bir Ölüm Haberi" bölümünden sonraki "Babamın Anlattıkları" adlı bölümde bir geri dönüş yapılarak Fahim Bey'in geçmişi anlatılmıştır. Ayrıca "Esvaplar" bölümü ile "Fahim Bey'le Saffet Hanım" bölümü arasında olay örgüsü bakımından hiçbir bağ yoktur. Esvaplar'da anlatılan olaylar Fahim Bey'le Saffet Hanım bölümündeki olaylardan müstakil bir seyir oluşturmakta, her bölüm Fahim Bey'in hayatının ayrı bir kesitini anlatmaktadır. Kimi zaman roman kişilerinin Fahim Bey'e bakışının anlatıldığı bölümlerde ayrı olaylara tekrar fakat başka bir açıdan değinilme durumları da ortaya çıkmaktadır.

Romanda anlatılan olayların akışını şöyle düzenleyebiliriz: Fahim Bey'in ölümü, (geri dönüş), yazarın babasının Fahim Bey'i anlatması ve onunla yaşadıkları, hariciye memurluğu dönemi, konak tutması, Londra sefaret kâtipliği, evlilik hayatı, teşebbüs-i şahsi âlemi, memuriyete dönüş, iş hanı yazıhane günleri, Fahim Bey'in rüyası, delilik rivayetleri, ihtiyarlık, (geri dönüş), ölüm, ölüm sonrası durum.

ZAMAN

Romanın geçtiği zaman 2. Meşrutiyet öncesi dönemden başlayıp Cumhuriyet sonrası döneme kadar gelen uzun bir süreçtir. Bu süreç de Fahim Bey'in yaşam süresidir. Fahim Bey'in hayatının anlatıldığı bir roman olan Fahim Bey ve Biz adlı romanımızda zaman kavramının anlatımı temele alınmıştır. Özellikle saat leitmotifinin kullanımı önemli bir noktadır. Bununla birlikte Fahim Bey'in sürekli gazete takip etmesi ve dünyada olan bitenden haberdar olması da dolaylı olarak zaman kavramıyla ilişkilendirilebilir. Romanda Fahim Bey'in hayatı çerçevesinde geçen zaman ve geçen zamanla birlikte değişen bazı şeylerin anlatımı geniş yer tutar. Bu açıdan bakarsak zaman kavramı romanın temelinde yer almaktadır diyebiliriz. Romanın materyal unsurlarından biri olarak zaman ise olaylarla ilişkili olarak bağlantılandırılmıştır. Örneğin Meşrutiyet'in İlânı ile şahsi teşebbüslerin yaygınlaşması birbiriyle bağlantılıdır. Olay örgüsü ile beraber düşündüğümüzde ise zamanın akışı olay örgüsünün irregular kesitler biçimindeki yapısına uygun olarak yer yer kesintiye uğramaktadır. Günün saatleri açısından zamanı incelediğimizde ise romanın bir akşamlar romanı olduğu dikkatimizi çekmektedir. Romanda yaşanan olaylar, anlatılan mekânlar hep akşam vakitlerinde yaşanır, anlatılır. Tabii olarak günün diğer saatleri ile ilgili  -sözgelimi sabah ya da öğle- vakitler de kullanılmıştır; ancak akşam romanda ayrıcalıklı bir yer edinmiştir. Örneğin romanda anlatılan İstanbul, akşamın İstanbul'udur; Fahim Bey'in ev hayatı -hemen hemen- tamamıyla akşam yaşanılanlardan ibarettir.

KİŞİLER

KARAKTERLER

FAHİM BEY: Romanda Fahim Bey'in fiziksel özellikleri sayfa 11-12 ile 26-27'de ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Fahim Bey'in fiziksel özellikleri roman içinde değişikliğe uğrar. Örneğin Fahim Bey yaşlandığında yüzünde ve bedeninde bazı değişiklikler meydana gelir. "İhtiyarlık Duyguları" adlı bölümde bundan bahsedilmiştir. "Babamın Anlattıkları" bölümünde ise Fahim Bey'in geçmişi hakkında bilgiler verilmiştir. Ruhsal yapı bakımından Fahim Bey'in profili şöyle çıkarılabilir: Gayet bilgili ve iyi eğitim almış, sürekli okuyan, dünyadaki olaylara duyarlı, kendi iyiliğinden çok başkasının iyiliğini düşünen, alçakgönüllü, uysal, sakin ve düzenli bir ev erkeğidir. Romanda farklı kişilerin bakış açısından değişik yönleriyle anlatılan Fahim Bey, farklı yönleriyle anlatılmış olsa da genel anlamda ruhsal yapısını bu şekilde tanımlayabiliriz. Burada eklemeden geçemeyeceğimiz bir mevzuu da onun hayalperestliğidir. Hemen hemen romanın tamamında Fahim Bey'in hayatını etkileyen en temel ruhsal özelliği olarak hayalperestliği karşımıza çıkıyor. Fahim Bey günlük hayatta rast geleceğimiz bir kişi değildir. Özgün ve aşırı girift bir şahsiyettir.

SAFFET HANIM: Saffet Hanım'dan ve onun fiziksel ve duygusal özelliklerinden "Fahim Beyle Saffet Hanım" adlı bölümde bahsedilmektedir. 27. sayfadaki ikinci paragrafın tamamı Saffet Hanım'ın fiziki ve ruhsal özelliklerini tasvire ayrılmıştır. Ayrıca bu bölüm içerisinde Saffet Hanım'ın ruhsal özellikleri ile ilgili bilgiler başka paragraflarda da işlenmiştir. Saffet Hanım, iyi huylu, uysal, eşine sadık, saygılı, kocasının yanında silik bir görüntü çizen, sade, bilgi düzeyi orta halli, gazetede felâket haberleri okumayı seven, mangal takıntısı olan, mangal üstünde marsık kavurup sigara tüttürmeyi seven bir ev hanımıdır. Saffet Hanım'ın bir karakter olmasının sebebi romanda anlatılan kadınlardan farklı olarak ilginç ve dikkat çeken bazı belirgin özelliklerinin olmasıdır. Saffet Hanım alelade bir ev hanımı değildir. Romanda anlatılan kadınların genelde tek bir özelliği üzerinde durulurken Saffet Hanım'ın kişiliği üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştur. Ayrıca Saffet Hanım varlığıyla romanın gidişatını etkileyecek bir kadın olarak karşımıza çıkmaktadır. 

TİPLER

ENİŞTE: Avrupa tarzı olan her şeye alerji düzeyinde karşı olan, Fahim Bey'den nefret eden, kör gelenekçi, namazında niyazında olmasına rağmen sefih bir yaşam sürmeyi seven, rüşvet alıp yolsuzluklar yapan klasik bir son dönem Osmanlı erkeğidir.

HURİYE HANIM: İnsanların aile hayatını açık açık orta yerde anlatan, dedikoducu, biri bin yapan, yer yer yalancı ve saygısız, düşkün bir mahalle karısı tipidir.

YAZARIN BABASI: Fahim Bey'i çok seven, ona saygı duyan, onun yaşadığı ilginç olayları anlatıp bunlara gülmekten zevk alan; ama arkadaşına karşı da oldukça saygılı davranan biridir.

Romanda anlatılan diğer kişiler Fahim Bey'i anlatan "Biz" kavramının içine girmekle beraber çoğulcu bir roman olan "Fahim Bey ve Biz"de pek fazla yer edinmemişler, sadece Fahim Bey hakkındaki önemsiz görüşleriyle romana katkıda bulunmuşlardır.

MEKÂN

Romanda mekân tasvirleri pek fazla yer tutmamaktadır. Ancak anlatılan mekânlar ve bu mekânların özellikleri anlatım içerisinde Fahim Bey'in özelliklerini daha canlı tutabilmek için, onu daha iyi açıklayabilmek için bir vasıta olmuştur. Genel olarak roman dört mekân üzerinde işlenmiştir. Bunlar Fahim Bey'in İstanbul'da tuttuğu konak, Fahim Bey'le Saffet Hanım'ın evi, handaki yazıhane ve İstanbul'da geçen romanların içerisinde âdeta bir roman kişisi gibi canlanıp romanın bir parçası hâline gelen İstanbul!

Fahim Bey'in İstanbul'da tuttuğu konak Fahim Bey'in ihtiyacından fazla, geniş, büyük, çoğu odalarına perde bile çekilemeden boş bırakılmış bir konaktır. Fahim Bey bu boş odalarda zaman zaman keman çalmaktadır.  Koca konakta Fahim Bey ve eşi yapayalnız yaşamaktadır. Türk aydınının ebedî yalnızlığının bir nişanesi olarak karşımıza çıkıyor Fahim Bey.

Fahim Bey ile Saffet Hanım'ın kendi evleri ise kiraladıkları konağın tam tersine gayet mütevazı bir evdir. Karı koca ve bir hizmetçinin yaşayabileceği, sade döşenmiş, o dönemin olağan İstanbul evi tipindedir. Bu evde dikkat çekilen unsur evin her odasında en az bir tane bile olsa yer eden saatlerdir. Bu ev dünyadaki zamanın gözlemlendiği bir zamanhane gibidir. Çoğu zaman evi dolduran bu saatler günün içinde yaşanan zamanı doğru olarak göstermezler.

Handaki yazıhanenin belirgin özelliği yazıhaneyi dolduran şirket dosyaları, defterler, sürekli dolu bir yazı masası ve uyumak için orada bulunan yataktır. Fahim Bey burayı hayalinde kurduğu şirketin yazıhanesi olarak tasarlamıştır.

Romanda geçen İstanbul ise okuduğumuz diğer İstanbul romanlarından pek farklı bir İstanbul değildir. Tanpınar'ın, Safa'nın, Faik'in ve Pamuk'un İstanbul'undan pek farklı değildir. Bu İstanbul içine giren aydın fikirli her insanı (bakmasını bilen insan) mutlaka kendine âşık eder. Gecelerinin güzelliği, Boğaziçi yalıları, sandal sefaları ve iki yakasının arasından geçen gerdanlık misali Boğaz, İstanbul'un romanda anlatılan kalıplaşmış özellikleri arasındadır. Fahim Bey ve Biz adlı romanda işlenen İstanbul ise daha çok akşam vakitlerinin İstanbul'udur.

DİL VE ÜSLUP

Roman sanatının en temel öğesi dildir. Dil ve anlatım bir romanın başarısını sağlayan en temel unsurdur. Romanda anlatılan her şey dil unsurunun imkânları çerçevesinde anlatılır. Bu nedenle de romanda en dikkat edilecek unsurlardan biri dil, diğeri ise üsluptur. Önemli olan neyin anlatıldığı değildir; nasıl anlatıldığıdır. Fahim Bey ve Biz adlı romanda vak'a ikinci planda kalır. Asıl unsur Fahim Bey ve onun hakkında görüş bildirenlerin fikirleridir. Durum böyle olduğunda dil ve üslubun sıkıcılığa varmadan, bu vak'a darboğazı içinden bize bir anlatı çıkarması zorunludur. Bu romanda yazar bunu başarabilmiştir. Abdülhak Şinasi Hisar'ın diğer otlu ve romanlarında da üsluba önem verdiği gözlenmektedir. Fahim Bey ve Biz'de olduğu gibi diğer öykü ve romanlarında da üslup âdeta roman ve öykünün baş kişisidir. Hisar, üslupçu bir yazarımızdır.

Yazar, romanda kullandığı dilin yapısı bakımından incelendiğinde sanki bir Tanzimat ya da Servet-i Fünûn romanı yazmış gibidir. Romanda Osmanlıca kelimeler, Arapça-Farsça tamlama ve terkipler romanın anlaşılırlığını ve dilin akıcılığını zedelemektedir. Özellikle romanın yazıldığı dönemde bile anlaşılır olmayan ya da çok yüksek eğitimli dar bir zümrenin anlayabileceği kelimeler romanın cümlelerinde kullanılmaktadır. Kâh, yahut, ve, nice gibi edatlarla cümleler çok uzatılmıştır. Ayrıca bu edatların bir cümlede ikiden fazla kullanılması dili mekanikleştirmiştir. Anlatım benzetmeler ile boğulmuştur. Kimi zaman şiirsele varan bir dil dikkat çekmiştir. Yazar özellikle "Ukalanın Dedikleri" bölümünde kullandığı dille anlaşılırlık sınırlarını haddinden fazla zorlamıştır. Romanda fikriyata önem verilen kısımlarda lisan daha ağırlaşmakta, ilmî-felsefî tefekkür ile boğulmakta, "tahammül mülkü"nü zorlamaktadır. Yazarın romanda kullanmış olduğu her cümleyi âdeta kilim dokur gibi dokuduğu ilk bakışta göze çarpmaktadır.

Abdülhak Şinasi Hisar eserlerinde uzun cümleler kullanmayı sevmektedir. Fahim Bey ve Biz adlı romanından hareketle örneklendirecek olursak sayfa 32-33'de 29 satır süren bir cümle kullanmıştır. Cümle incelendiğinde anlatımda kopukluk, soğuma ya da anlatım bozukluğuna düşülmediği, Türkçe söz diziminin en güzel örneklerinden birinin verildiğini gözlemliyoruz. Zaman zaman kısa ve veciz söyleyişler de romanda yer almıştır. 

Roman sayfa sayısı bakımından kısa ama fikir dünyası bakımından oldukça geniştir. Bu kadar çok fikre bu kadar az sayfada yer verilmiş olması bir başarıdır. Bununla birlikte fikirlerin aktarımında tekrarlara düşüldüğü de gözlenmektedir. Çoğu yerde yazar fikirlerini yinelemiştir. Örneğin romanın sonuna doğru ihtiyarlığın anlatıldığı bölümlerde, ihtiyarlık duygu ve düşüncelerinin tekrar edildiği, örneklerin birbirinin benzeri olduğu âşikardır. Bu sebeple yazarın üslupta yinelemeye meylettiğini dönemin eleştirmenleri de ifade etmiştir.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romanın üslubu hakkında söyledikleri romanın üslubuna baktığımızda önemli faydalar sağlayacak inceliktedir. Tanpınar'a göre "Bütün bunlarla beraber geçmiş bir zaman, hepimizin peşinden içlendiğimiz ve hâtıraların gözüyle kendisine döndüğümüz uzak bir zaman, bu kitabın tılsımlı üslubunda perde perde açılıyor, beraberinde alıp götürdükleri bin türlü lezzetle canlanıyor. (Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler)