29 Mart 2020 Pazar

JACQUES RANCİERE'İN CAHİL HOCA'SI BAĞLAMINDA NEOLİBERAL EĞİTİMİN ELEŞTİRİSİNE KATKI

Jacques Ranciere, Cahil Hoca adlı kitabında Joseph Jacotot'un yaşamsal pratiğinden hareketle günümüzde uygulanan eğitime karşı tezler ortaya koyuyor. Joseph Jacotot'un "evrensel eğitim" kuramını ayrıntılı olarak analiz ederken hem onun teorisini uygulayarak başarıya ulaşan pratikleri hem de onun teorisini uyguladığını iddia ederek evrensel eğitimi yozlaştıranları hedef tahtasına koyuyor. Joseph Jacotot, öğretmenin bilmediği bir şeyi bile başarıyla öğretebilmesinin yolunu açan bir teori ortaya koyuyor. Kendi yaşamsal pratiğinde de bunu uygulayarak bilgi sahibi olmadığı konularda eğitimler verip bu alanlarda başarılı olan öğrenciler yetiştirerek teorisini kanıtlıyor. Tek kelime Hollandaca bilmeden, tek kelime Fransızca bilmeyen öğrencilerine başarıyla Fransızca öğretiyor. Yanlış duymadınız, evet, hoca öğrencilerinin dilini bilmiyor, öğrenciler de hocanın dilini bilmiyor. Dolayısıyla hoca öğrencilerine öğrettiği konu hakkında tek kelime açıklama yapamıyor, öğrenci de hocaya hocanın dilinde açıklama yapamıyor. Peki, nasıl oluyor bu iş?

Hoca öğrencilerine Telemak'ın Hollandaca'ya çevirilmiş bir baskısını aldırıyor, bu baskıda sayfanın bir yüzünde Telemak'ın Fransızcası diğer yüzünde ise Hollandacası yer alıyor. Öğrenciler bu karşılıklı metinleri okuyup yorumlayarak kendi kendilerine Fransızca'yı öğreniyorlar. Üstelik kendi kendilerine öğrendikleri bu dilde kendilerini ifade edebilecek kadar da yetkinleşiyorlar. Hoca onları sadece yönlendirmekle yetiniyor, Fransız diline dair hiçbir şey öğretmiyor, zira öğretemiyor, Fransız diline dair hiçbir dilbilgisi kuralını anlatmıyor, zira anlatamıyor. Buna rağmen öğrenciler, Fransızcayı sular seller gibi öğreniyorlar. Joseph Jacotot bu pratikten hareketle evrensel eğitim kuramını ortaya atıyor. Bu kuramın ana tezi "insan zekâlarının eşit olduğu" ön kabulüne dayanıyor. Zekâları eşit olan bu insanların öğrenmek istediği her şeyi kimseden yardım almadan kendi başına öğrenebileceğini savunuyor. Bunun sonucunda evrensel eğitim kuramı, bir öğretene ihtiyaç duymadan insanın öğrenmek istediği her şeyi öğrenebileceğini ortaya atıyor. Uygulama okullarında yapılan eğitimlerde de büyük başarılar elde ediliyor. Bu kadar başarılı olmasına rağmen bu eğitim yöntemi niçin sürdürülüp yaygınlaştırılarak uygulanmıyor? Bu sorunun yanıtı, evrensel eğitimin yetiştirdiği bireylerin niteliklerinde gizli aslında. Otoritelere ve onların insanlara sunduklarını iddia ettikleri eğitim hizmetine ihtiyaç duymadan öğrenmek istediği her şeyi kendi çabasıyla öğrenebilen bireylerden oluşan bir dünya hayal edin şimdi. Olmadı, değil mi? Hayal bile bu kadar özgür düşünceli bireyin yaşadığı bir dünyayı kaldıramadı. Egemenler nasıl kaldırsın? Bravo, sorunuzun yanıtını almış bulunmaktasınız!

Eğitimi bir kitle özgürleştirme hareketi olarak algılayan aydınların açısından bakarsak, insanları özgürleştirme amacına hizmet etmeyen eğitim başarısız bir eğitimdir. Dolayısıyla bu amaca dayanmayan tüm eğitim faaliyetleri gereksizdir, zaman ve kaynak israfıdır. Kitleleri otoriteye itaat eden köleler hâline getirmek için yapılan eğitim, ezilen sınıflarda egemen sınıfların iktidarına karşı bir rıza yaratma mekanizması olarak işletilir. Egemenlerin paradigmasına göre eğitim alan kitleler, egemenlerin çıkarlarına hizmet eden uysal köleler haline getirilir. Böylece sistemin devamlılığı sağlanır. Sistemin varlığı için en büyük tehdidi oluşturan ezilen sınıflara mensup kimselerin rızası da egemenlerin sınıfsal amaçlarına hizmet eden eğitim sayesinde kazanılır. Bu bağlamda eğitim, bir ideolojik aygıttır. Egemen sınıfların iktidarını devamlı kılmak için ezilen kitleler üzerinde kullanılan bir kitle imha silahıdır. John Taylor Gatto, Bir Kitle İmha Silahı Olarak Eğitim adlı kitabında bu olguyu derinlemesine analiz eder. Eğitimin nasıl bir kitle imha silahı olarak kullanıldığı hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için bu kitaba bakabilirsiniz.

Yeni Ortaçağ rejiminin yaratmak istediği dünya düzeninde özgür düşünen bağımsız yurttaşların yeri yoktur. Onlar bu düzenin devamlılığı ve kârlılığı açısından en büyük tehdit olarak görülüyor. Bu yüzden özgür düşünen bireyleri ortadan kaldırmak, köle ruhlu insanların sayısını çoğaltmak için tüm dünyada eğitimin kalitesi düşürülüyor, eğitim alanı yobaz örgütlenmelerin etkisine açılıyor. Çünkü özgürleştiren bir ideolojik düşüncenin aydınlattığı yolda ilerleyen hür bireyleri siyasi mühendislik içeren algı operasyonlarıyla yönlendirmek mümkün değildir. Bir tarikat şeyhinden, yahut bir papazdan, yahut bir gurudan beslenen; kendi varlık sebebini onun ilahi olduğu varsayılan telkinlerine bağlayan kullanışlı aptalları yönlendirmek ise çok kolaydır. Şeyhi, papazı, guruyu vs etki altına aldıktan sonra ona inanan kitleleri etki altına almak, istenen istikamette yönlendirmek çocuk oyuncağıdır.

Öğrenmek için bir öğretmene dahi ihtiyacının olmadığını bilen kitlelerin bu dünyada var olduğunu varsayalım. Bu durumda şeyhin, rahibin, gurunun işlevi kalır mı? En basit şeyleri bırakalım en karmaşık şeyleri bile öğrenmek için bir öğretmene gitmeye ihtiyaç duymayan kitleler, hayatın anlamına yönelik derin felsefi teorileri öğrenmek için kerameti kendinden menkul yobaz din adamlarının peşine neden düşsün? Öğrenmek için öğretmene gerek olmadığını bilen bir özgür birey, eğitimi her koldan kuşatma altına almış sözde dinî tarikat ve cemaat yapılanmalarına bağlı vakıfların peşine neden düşsün? Emperyalistlerin akıl ve bilim dışı dogmalarını bilimsel gerçek gibi dayatabilecekleri bir "çağdaş köleler toplumu" olmadan sitemin kârlılığı nasıl sağlanabilir, sömürünün oranı nasıl arttırılabilir? Bütün yobaz yapılanmalar emperyalizminin güdümünde dinî alanda faaliyet gösteren, emperyalizminin ideolojik aygıtlarıdır. Siz hiç emperyalizme-kapitalizme karşı olduğunu açıkça beyan eden ve bu yolda örgütlü yapılanmalar inşa ederek toplumu bu yönde birleştirmeye çalışan bir tarikat-cemaat vs gördünüz mü? Var mı bir örneği?

Jacques Ranciere, Cahil Hoca kitabını yazarken muhtemelen öğretmen emeğinin dönüşümüne hizmet etmek için yazmamıştı. Joseph Jacotot da evrensel eğitim kuramını ortaya atarken böyle düşünmemişti. Evrensel eğitimin daha geniş kitleler tarafından tanınmasını sağlamak ve bunu sağladıktan sonra da evrensel eğitime geçiş sürecini hızlandırmayı amaçlıyordu. Oysa ki bu kitap, bizim ülkemizde eğitim sektörüne egemen olan toplumsal sınıflar tarafından öğretmen emeğinin dönüştürülmesi, öğretmenin itibarsızlaştırılması için bir araç olarak kullanıldı. Özel okul patronları tarafından fonlanan eğitim dergilerinde bu kitap üzerine tartışmalar yürütüldü. Yine aynı odaklar tarafından fonlanan ve eğitim alanında internet üzerinden yayın yaparak geniş bir eğitimci kitlesine ulaşan mecralarda bu kitap tanıtıldı.

Burada amaç evrensel eğitimi ülkemizde tanıtmak ve yaygınlaştırmak değildi. Asıl amaç, öğrenmek için öğretmene ihtiyaç olmadığı yönünde bir algı yaratıp öğretmen emeğinin değerini düşürmek, özel okullar için daha düşük emek maliyetleriyle çalışmak zorunda bırakılan iş gücü yaratmaktı. Bunun ne oranda başarılı olduğunu görmek istiyorsanız herhangi bir özel okulun öğretmenlerine verdiği maaşı gösteren bordrolara göz atmanız yetecektir. Asgari ücretle çalışmaya mecbur edilen, bir fabrika işçisinden bile daha çok çalışmasına rağmen ondan daha az kazanan öğretmenler! Özel okullar zinciri kuran kapitalistlerin iştahını kabartan kusursuz bir emek sömürüsü pazarı! Halil Buyruk, Öğretmen Emeğinin Dönüşümü adlı kitabında öğretmenlik mesleğinin itibarının nasıl ayaklar altına alındığını, bir uzmanlık alanı olan öğretmenliğin itibarsızlaştırılmasının nedenlerini ve sonuçlarını ayrıntılarıyla anlatıyor. Öğretmenlik mesleği itibarsızlaştırılıyor, bunun sonucunda da öğretmen hızlı bir proleterleşme sürecinden geçiyor. Bu bağlamda 2000'li yıllardan itibaren öğretmenlerin yaşadığı süreç bir proleterleşme sürecidir.

Fakat bu noktada özel okul sahipleri ontolojik bir hata yaptıklarını fark etmediler. Eğitim almak için öğretmene ihtiyaç duymayacak bilinç düzeyine ulaşmış kitleler çocuklarını neden onların okullarına göndermek zorunda hissetsin? Asgari ücretle çalışan bir eğitim işçisi seviyesine düşürülmüş öğretmenlerin verdiği eğitimden kalite beklemek ne kadar akılcı? Bir özel okula yıllık ortalama 25 bin lira ödeme yapıyorsunuz ve sizin çocuğunuzun dersine aylık 2300 lira alan bir öğretmen giriyor. Okulun kapısına kadar 250 bin liralık lüks araçla gelen öğrenciler, 2300 lira maaş alıp okula da belediye otobüsüyle gelmek zorunda kalan bir öğretmeni neden ciddiye alsın? Çoğu özel okul öğrencisinin cebinde taşıdığı akıllı telefonun ederi, dersine giren öğretmenin altı aylık maaşı kadar. Türkiye'de ve bütün dünyada kapitalist özel okul anlayışının sonucu budur işte. Okul bir fabrika değildir, maliyetleri düşürüp ürünün fiyatını rekabetçi bir düzeye kadar çekerek kârlılığı arttırabileceğiniz bir ekonomik gelir kapısı olamaz. Öyle olduğunda ise eğitimsel amaçlarına ulaşamaz.

Zira özel okullardaki eğitimin kalitesinin her geçen gün daha da düşmesinin başka bir açıklaması yapılamaz. Özel okullardan kaç öğrenci ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ gibi Türkiye'nin seçkin üniversitelerinden birini kazanabiliyor? Özel bir okula öğrencisini kaydettirmeyi düşünen velinin özel okulun müdürüne sorması gereken ilk soru şudur: Geçen yıl kaç öğrenci mezun ettiniz ve bu öğrencilerin kaçta kaçı üniversite giriş sınavlarında yukarıda adını verdiğimiz üniversitelerin seçkin bölümlerine girebilecek bir puan alabildi? İkinci soru ise şu olmalı: Benim öğrencimin dersine girecek öğretmenlere ne kadar ödüyorsunuz, mümkünse maaş bordrolarını görebilir miyim? Birincisindeki oran %25'in altında ise o okuldan uzak durun, ikincisinde ise sizin çocuğunuzun dersine girecek öğretmenlerin en kıdemsizi dahi 4250 liranın altında bir ücret alıyorsa yine o okuldan uzak durun. Kendisinin ve ailesinin karnını doyuramayan bir öğretmen sizin çocuğunuzun zihnini nasıl doyurabilir?

Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki sınıflı bir dünyada evrensel eğitimin uygulama alanı oldukça dardır. Zira egemen sınıflar oligarşik düzenlerinin devamlılığını sağlayabilmek için eğitim kurumlarına ve öğretmene ihtiyaç duymadan bağımsız bir biçimde öğrenebilen bireylerden rahatsız olurlar. Bu bireylerin varlığı onların kurduğu oligarşik sömürü düzeninin devamlılığı bakımından en büyük tehdittir. Egemen sınıflar, siyasi iktidarı denetim altına almadan önce eğitim sistemini denetim altına almak ve denetim altında tutmak isterler. Çünkü siyasi iktidarı elinde tutan bir sınıf, bir ülkenin en fazla 4 ya da 5 yıllık bir sürecine hâkim olabilir. Oysa eğitimi elinde tutan sınıflar o ülkenin gelecekteki 50 yıllık sürecine el koyarlar. Eğitim alanında tekelleşen bir oligarşik bilinç, kısa süre içinde ülkenin politik alanını da ele geçirecektir. Ülkemizdeki tarikat cemaat yapılanmalarının politik alana hâkim olmadan evvel eğitim alanında hâkim olabilmek için mücadele etmesinin yegâne sebebi budur.

Eğitimi denetimi altına alan, kitlelerin geleceğini de ipotek altına alır. 

Kaynaklar.

http://ayrintidergi.com.tr/jacques-rancierein-cahil-hocasiyla-bir-diyalog/

http://www.arkakapak.com/cahil-hoca-bilgi-esitsizligi-onkabulunden-toplumsal-esitsizligin-insasina/

https://dusunbil.com/cahil-hoca-her-seyin-basi-irade/ 

https://www.google.com/amp/s/www.dunyabulteni.net/haber/amp/364089 

20 Mart 2020 Cuma

MUSTAFA SOLAK'IN "ATATÜRKÇÜLÜK, 100 SORU 100 YANIT" KİTABI BAĞLAMINDA ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCEYİ GÜNCEL OLANA UYARLAMAK

Mustafa Solak bu kitabında Atatürkçülük ile ilgili 100 soruya yanıt veriyor. Bu 100 soru ve onlara verilen yanıtlar seçilirken günümüzde kendini Atatürkçü olarak tanımlayan kesimlerin düştüğü taktik ve stratejik hatalar merkeze alınmış. Ulusal birliğe ekmek kadar su kadar ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde hangi siyasi konuda Atatürkçülülerin hangi mevzide olması gerektiğini açıklamaya hizmet edecek sorular ve yanıtlar yer almış kitapta. Günümüzde Atatürkçülük adına üretilen birtakım fikirlerin tarihsel olarak Atatürkçülükle ne oranda bağdaştığını ne oranda çeliştiğini göstermek amacıyla yazılmış bu kitap. Bu açıdan güncel bir ihtiyaca yanıt veriyor.

Atatürkçülüğün temelinde tam bağımsızlık, dolayısıyla antiemperyalizm vardır. Kendini antiemperyalist olarak tanımlamayan bir kimsenin Atatürkçü olması mümkün değildir. Zira Atatürkçülük antiemperyalist bir ideolojidir. Emperyalizme karşı olan tüm siyasî grupları, emperyalizme karşı olan bütün toplumsal sınıfları tek bir çatı, tek bir amaç etrafında birleştirip mümkün olan en geniş direniş cephesini inşa ederek emperyalizme karşı örgütlü direnişin ideolojisidir. Türkiye'de emperyalizme karşı bir örgütlü mücadele vermek isteyen her kim varsa yolu Atatürk'ten ve Atatürkçülükten geçmek zorundadır. Nasıl ki Latin Amerika'da özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi verenler Simon Bolivar'ın adını anmak zorundaysa bizim ülkemizde de antiemperyalist mücadele vermek isteyenler Atatürk'ün programında birleşmek zorundadır.

1919'da emperyalizme karşı örgütlü direnişi başlatan Mustafa Kemal sadece kendisi gibi düşünenlerden oluşan homojen bir küçük örgüt kurarak işe başlamış olsaydı başarılı olamazdı. Bu şekilde başarılı olamayacağı için kendisi gibi düşünmeyen fakat ülkenin işgalden kurtarılması ve tam bağımsızlığı konusunda hemfikir olduğu bütün politik öznelerle ve kitlelerle mümkün olan en geniş ittifakı kurarak mücadeleye başladı. Mustafa Kemal ile Mehmet Akif'i aynı mevzide saf tutmaya zorlayan nesnel gerçeklik bugün de Mustafa Kemal ve Mehmet Akif gibi düşünenleri aynı mevzide örgütlenmeye mecbur ediyor. Bakınız, bu bir seçenek değildir, mecburiyettir. Şartlar Atatürkçü ve muhafazakâr kitleleri ittifaka zorluyor. Peki, neden?

Asgarî müştereklerde buluşarak iç cephesini güçlendirmeyenler yenilmeye mahkûmdur. Antiemperyalist mücadelede başarıya ulaşmak istiyorsanız emperyalist cephenin karşısına mümkün olan en büyük, en kalabalık güçle çıkmak zorundasınız. Çünkü güç, güçle yenilir. Antiemperyalist mücadelede, mücadele cephesinde mevziye girmiş kitleleri çeşitli politik ayrılıklar üzerinden bölmeye çalışmak emperyalizmin hesabına çalışmaktır, düşman ordusuna askerlik yapmaktır. Kimsenin "Sen İslamcısın, vatan savunmasına gelme; sen komünistsin, vatan savunmasına gelme; sen Atatürkçüsün, vatan savunmasına gelme!" deme lüksü yoktur, olamaz. Hangi politik görüşe, hangi toplumsal sınıfa ait olursa olsun tam bağımsızlık ve antiemperyalizm konusunda buluştuğumuz her grubu örgütlemek zorundayız. Düşman gelmiş, kapıya dayanmışsa elinde olan her neyse onunla yapabileceğinin en iyisini yapmak zorunda kalırsın. Mustafa Kemal'in 1919'da yaptığı da tam olarak budur.

Kitabı okuduktan sonra şöyle bir izlenim oluştu bende. Bu kitap Atatürkçülüğü tarihsel temellerine dayanarak öğrenmek için okunacak bir kitap değil. Bunun için başka kaynaklara bakmanız gerekecek. Zaten kitabın kaynakçasında yazar sizi bu kitaplara yönlendiriyor. Mustafa Solak bu kitabında Atatürkçülüğe güncel politika perspektifinden bakıyor. 21. Yüzyılın Türkiye'sinin nesnel gerçekliğinde kendini Atatürkçü olarak tanımlayan bir politik öznenin güncel siyasi olaylara hangi açıdan bakması gerektiğini, olayları ve görüşleri hangi temel ilkeler dahilinde analiz etmesi gerektiğini anlatıyor. Günümüzde yaşanan politik olaylara bakarken, geçmişte benzer olaylar karşısında Mustafa Kemal'in aldığı devrimci tutumlardan hareketle yorumlar yapıyor. Bu açıdan bakarsak geçmişin devrimci pratiğini günümüzün nesnel gerçekliğine, dolayısıyla geleceğe taşıyor. Günümüzde yaşanan ekonomik, politik, kültürel olaylar karşısında 21. Yüzyılda yaşayan bir Atatürkçü bireyin hangi açıdan bakması gerektiğini açık ve net örneklerle topluma açıklıyor. Kendini Atatürkçü olarak topluma yansıtan bir takım kimselerin Atatürkçülükle çelişen tavırlarını da açık bir biçimde ortaya koyarak bir anlamda onların da foyasını açığa çıkarıyor. 

Atatürk adına ve Atatürkçülüğe belli bir mesafeden bakan muhafazakâr seçmenin özellikle bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum. Birtakım tarikat camaat ağalarının sürekli karalamaya çalıştığı Atatürk gerçekte kimmiş, ülkemiz ve milletimiz için neler yapmış bunları öğrenmek için mutlaka bu kitabı okumalılar. Son yıllarda muhafazakâr seçmen ile Atatürkçü seçmen arasında nifak tohumları ekerek ülkenin milli birlik ve beraberliğini bozmaya çalışanların hain emellerine ulaşamaması için bu kitabın muhafazakâr kitleler tarafından derinlemesine okunup tartışılması gerekiyor.

Kişisel yaşamımda deneyimlediğim şöyle bir durum var: Medyada Atatürkçülük adına yazan, konuşan kimselerin Atatürkçülük adına yazıp söyledikleri yüzünden kendini Atatürkçü olarak tanımlayan kimseler zan altında kalıyorlar. Özellikle muhafazakâr kesimlere yönelik hakaret içerikli paylaşımları Atatürkçülük adına yapan bu densizler yüzünden muhafazakâr kitleler Atatürk'e ve Atatürkçülere mesafeli yaklaşmak zorunda kalıyor. Milli birlik ve beraberliğin inşası için bu mesafenin hızla ortadan kaldırılması, antiemperyalist bir program etrafında Atatürkçü ve muhafazakâr kitlelerin örgütlenmesi gerekiyor. Gerçek Atatürkçülerin güncel politik olaylar karşısında nasıl düşündüğünü ortaya koyan bu kitap işte tam olarak bu ihtiyacı karşılayacak.

Atatürkçülük kisvesi altında Türk milletini laik-muhafazakâr olarak bölmeye çalışanlara karşı milli birlik ve beraberlik yolunun taşlarını döşeyecek. Atatürkçü olduğunu iddia eden birtakım gazeteler, televizyonlar Atatürkçülükle uzaktan yakından alakası olmayacak bir yayın politikasıyla yönetiliyorlar. Burada istihdam edilen yazarlar da maalesef aynı yolun yolcusu. Bunlardan bir kaçını 6 ay düzenli olarak takip eden, politik analiz yeteneği ortanın biraz altında olan bir Atatürkçü yurttaş, muhafazakâr kitlelere karşı kin ve nefretle dolar. Aynı şekilde muhafazakâr olduğunu iddia eden birtakım gazeteleri, televizyonları takip eden, analiz yeteneği ortanın biraz altında olan bir muhafazakâr yurttaş da Atatürkçü kitlelere karşı kin ve nefretle dolar. Bu kin ve nefret dili kime hizmet ediyor? Bu yazarları o gazetelerde kimler istihdam ediyor? Kimlerin referanslarıyla o gazetelerde yazıp o televizyonlarda konuşarak milletin bir parçasını diğer parçasına karşı kin ve düşmanlığa davet ediyorlar? Bu rövanşist yaklaşım kimlerin çıkarına hizmet ediyor? Atatürkçüler, bu konuda uyanık olmak zorundalar. Yılların Atatürkçüsü yazarların son beş yılda nereden nereye savrulduklarını açık bir biçimde görmeleri lâzım. Muhafazakârlar, bu konuda uyanık olmak zorundalar. Emperyalizmin hizmetindeki sözde İslamcı yazarların kimlerle saf tuttuklarını açık bir biçimde görmeleri lâzım. Mustafa Solak bu kitabında Atatürkçü kitlelerin bunları görmesi adına elinden geleni yapmış. Muhafazakâr bir yazar da kendi kitlesinin görmesi için benzer bir çalışma yapabilir.

Özellikle son birkaç yıldır kendi ideolojik köklerine yabancılaştığı için Atatürkçülüğün çok çok uzağındaki noktalara savrulan Atatürkçü seçmenin okuması gereken bir kitap bu. Bonzai kafası yaşadığı için bölücülerin partisine baraj atlatmaya çalışan Atatürkçü seçmenin de okuması gereken bir kitap bu! Mustafa Kemal adının arkasına saklanarak Batı yanlısı politika yapan ve böylece Atatürkçü tabanı kandıranların maskesini düşürüyor bu kitap. Atatürkçü olduğunu iddia edip bölüclerin trenine vagon olanların ipliğini pazara çıkarıyor. Bu kitabı okuyunca AB ve ABD sevdalısı "Natotürkçü"lerin kimler olduğunu öğreniyorsunuz. Bilerek Natotürkçü diyorum zira bunlar asla Atatürkçü olamazlar!!! Atatürk'ün kurduğu partide Atatürk'ün ideolojisine ihanet edenlerin kimlerle el ele kol kola ittifak kurup Türk milletinin tarihsel kaderine nasıl ihanet ettiklerini görüyorsunuz. Her şeyden önemlisi de bugün Atatürk adının ardına saklanarak politika yapan, Atatürkçülüğü pazarlayarak bir yerlere gelen kimselerin iç ve dış siyasi olaylar karşısındaki tutumlarının sığlığını göreceksiniz. Sizleri kimlerin Atatürk'le aldattığını öğreneceksiniz.

Allah'la Aldatmak'ın kitabını Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk yazmıştı. O kitabı okuduğumuzda Allah adını anarak İslâm'a ihanet edenlerin kimler olduğunu öğrenmiştik. Mustafa Solak'ın Atatürkçülük kitabıyla "Atatürk'le Aldatmak" olgusuna kısa bir giriş yapıyoruz. Kitap yeterince başarılı; ama yeterli değil! Umuyorum ki yazarımızın bir sonraki kitabının adı "Atatürk'le Aldatmak" olur. Zira adı hazır olan bu kitabın içeriğini doldurmak için çok fazla araştırma yapmasına gerek kalmayacak. Her geçen gün yeni bir Atatürk'le aldatma vakasıyla karşılaşıyoruz. Sadece güncel olanları yazsa bir yılda 300 sayfalık malzeme çıkar. Yazara istimaket vermek hakkımız ve haddimiz değil; fakat birinin çıkıp, toplumu Atatürk'ün adıyla aldatan hainleri teker teker afişe etmesi gerekiyor. Yoksa Türk milleti o sahtekarlar tarafından aldatılmaya devam edecektir.

Bazen toplumsal ihtiyaçlar, o ülkenin yazarlarına birtakım sorumluluklar yükler. Mustafa Solak'ın bu sorumluluğun gereğini yapacağına olan inancımız tamdır.