HAYATI
12 Ağustos 1875'te İstanbul'da doğdu. Hafız Ahmet Efendi'nin oğludur. İlk öğrenimine Deftar Mahalle Mektebi'nde başlar. Daha sonra Eyüp Rüştiyesi'ne gider. Oradan da Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi'ne geçer. Mezun olduktan sonra babasının isteğiyle Heybeliada Mekteb-i Bahriye'ye (Askeri Deniz Lisesi) başlar. 1893 yılında Bahriye Mektebi'ni bitirir. Staj için Girit'e ve Almanya'ya gönderilir. Bu sıralar babası vefat eder. Askeri okulda aldığı çağdaş batılı eğitimin de desteğiyle Fransızca ve İngilizce öğrenir. Edebi okumalar yapmaya başlar. Tiyatroya da ilgi duyar.
Stajını bitirip İstanbul'a döndüğünde bir elçilik gemisinin irtibat subaylığına atanır. İtalyan Elçiliği gemisinin personelinden birisinin karısına âşık olur. Bu aşk uzun süre onu oyalar ve harap eder. Edebiyat camiasına yakınlaşmaya başlar. Tevfik Fikret ve Halid Ziya ile dost olur. Hüseyin Cahit Yalçın ile tanışır. 1896'da Servet-i Fünûn dergisinde toplanırlar, böylece Mehmet Rauf Servet-i Fünûn topluluğuna katılır.
Tevfik Fikret'in halasının kızı olan Ayşe Sermet Hanım ile evlenir. Bu evliliğinden iki çocuğu olur. Meşrutiyet'in ilanından sonra askerlik mesleğinden ayrılmak zorunda kalır. Zambak adlı yarı pornografik romanının kovuşturmaya uğraması ve bu romanı yüzünden mahkûm olması askerlikten ayrılmasına sebep olur. 1910'da Ayşe Sermet Hanım'dan ayrılır. Zambak romanını okuyup etkilenen zengin bir hanım olan Besime Hanım'ın evlilik teklifine hayır diyemez. Onunla evlenir. Bir süre maddi sıkıntı çekmeden Besime Hanım ile yaşar; fakat bu evlilik uzun sürmez ve ayrılırlar. Bu evlilikten de bir çocuğu olur. Daha sonra yine yapıtlarını okuyarak kendisinden etkilenen Muazzez Hanım ile evlenir.
Askerlikten ayrıldıktan sonra yazarak geçinmeye çalışan Mehmet Rauf maddi sıkıntılar çeker. Mahâsin ve Süs adında iki kadın dergisi çıkarır. Bu dergilerde moda ve kadın kıyafetleri ile ilgili yazılar kaleme alır. Tabloid kadın dergileri çıkararak bir süre daha geçimini sağlamaya çalışır; fakat bu pek mümkün olmaz. Yaşamının son yıllarında maddi sıkıntılar ile boğuşur. İsmet İnönü'nün yardımı ile kendisine bir aylık bağlanır. 1927'de hastalanır ve dört yıl yatalak bir hasta durumunda hayatını sürdürür. 23 Aralık 1931'de vefat eder. Maçka Mezarlığına gömülür.
ESERLERİ
ROMAN: Garâm-ı Şebâb (1896), Eylül (1900), Serap (1909), Genç Kız Kalbi (1912), Bir Aşkın Tarihi (1912), Menekşe (1913), Ferdâ-yı Garâm (1913), Yara (1915), Karanfil ve Yasemin (1921), Böğürtlen (1926), Son Yıldız (1927), Define (1927), Kan Damlası (1928), Halâs (1929)
HİKÂYE: İhtizar (1909), Âşıkâne (1909), Son Emel (1913), Hanımlar Arasında (1914), Kadın İsterse (1919), Üç Hikâye (1919), İlk Temas, İlk Zevk (1919), Pervaneler Gibi (1920), Safo ve Karmen (1920), Aşk Kadını (1924), Gözlerin Aşkı (1924), Eski Aşk Geceleri (1927),
TİYATRO: Pençe (1909), Cidal (1911), İki Kuvvet (1912), Yağmurdan Doluya (1919), Ferdi ve Şürekâsı (1909- Halid Ziya romanından uyarlama)
MENSUR ŞİİR: Siyah İnciler (1909), Sonbahar (Basılmamış)
SANATI
Mehmet Rauf yazmaya çocuk yaşlarda başlamıştır. Çocukluk ve gençlik yıllarında roman ve tiyatroya ilgi duymuş hatta bir polisiye roman yazmaya da kalkmıştır. Tanzimat Edebiyatı şair ve yazarlarının eserlerini okuyarak kendini geliştirmiş, bunun yanı sıra askeri okuldayken öğrendiği Fransızca'nın da yardımıyla Fransız edebiyatından yazarların eserlerini de okumuştur. Çocukluk ve ilk gençliğinde hastalık ölçüsünde bir okuma tutkunu olan yazar, küçük edebi denemeler de yaparak yazı hayatına giriş yapmıştır. Halid Ziya'nın onu keşfetmesi ile edebiyat camiasına dahil olmuştur. Halid Ziya'nın desteği ile ilk eserleri dergilerde yayınlanmıştır.
Mehmet Rauf'un yazarlığı üzerinde Halid Ziya'nın etkisi büyüktür. Rauf, ilk yıllarında Halid Ziya etkisinde kalmasına rağmen sonraki yıllarda kendi sesini bulmuş, edebiyatımızda değişik bir üslupla kendi tarzını yaratarak yerini almıştır. Mehmet Rauf'un düz yazıda Halid Ziya'dan şiirde ise Cenap Şahabettin'den etkilendiği söylenir. Okuduğu Fransız yazarlarından da etkilenen Mehmet Rauf'da daha çok Alphonse Daudet, Gustave Flaubert, Emile Zola'nın etkisi görülür.
Yazarın ilk dönem eserlerinde belirgin bir Halid Ziya etkisi görülmesine rağmen en verimli dönemi olarak kabul edilen 1896-1901 arası dönemde kendi sesini bulmuştur. Bu dönem aynı zamanda yazarın ev verimli devresi olarak kabul edilir. Yazar bu dönemde Eylül'ü yazarak büyük bir ün kazanmıştır. Eylül romanındaki derin psikolojik tahliller döneminde çok büyük bir ilgi uyandırır. Mehmet Rauf, Eylül romanıyla "ilk psikolojik roman"ımızı yazmış olması nedeniyle edebiyat tarihimize geçer. Roman konusu bakımından da büyük bir ilgi uyandırır. Platonik sınırları aşamayan yasak bir aşkı işlemesi Eylül romanına olan ilgiyi arttırır. 1901 sonrası dönem ise yazar için pek verimli geçmez. Bu dönemde Mehmet Rauf başarılı eserler ortaya koyamaz. Romanda Eylül'ü, mensur şiirde ise Siyah İnciler'i aşamaz. Edebi sermayesini tüketir.
Mehmet Rauf roman ve hikâyelerinde sosyopatik bir takıntı ölçüsünde kadın erkek ilişkilerine odaklanır. Roman ve hikâyelerinde aşk ve kadın konularını işler. Kadın ruhunun derinliklerine nüfuz eden psikolojik tahliller içeren romanlar yazması, dil ve anlatımındaki başarısızlığına rağmen Mehmet Rauf'un romanlarına olan ilgiyi azaltmaz. Mehmet Rauf, metalaştırılan cinsel içerikle sürümden kazanmaya odaklı hastalıklı bestseller kafasının ürünü olan romanların ilk örneklerinden birini de vermiştir. Zambak adlı yarı pornografik bir roman yazmıştır. Yüksek bir satış oranı yakalayan bu roman yazarına yüklü bir para da kazandırır. Fakat bu roman yüzünden kovuşturmaya uğrar, hüküm giyer. Askerlik mesleğinden ayrılmasına bu romanın vesile olduğu söylenir. (Yüz yıllık bir gelişim sürecinden sonra bile romanımızın günümüzde "pornografi=satış" denkleminin sığ çizgisini aşamamış olması ülkemizdeki entellektüel gelişim adına bir utanç kaynağıdır.)
Mehmet Rauf'un ikinci takıntısı ise müziktir. Yapıtların mutlaka klasik batı müziğinden söz eder. Eylül'de de böyledir. Yazarın üçüncü ve en önemli takıntısı da psikolojidir. Ruh tahlilleri Mehmet Rauf romanının temel yapı malzemesidir. Rauf, roman ve hikâyelerinde kişi kadrosunu dar tutar. Mehmet Rauf'un roman ve hikâyelerinde az sayıda kişi arasında geçen olaylar görülür, hikâye ve romanlarında olay kısmı oldukça zayıf bırakılmış psikolojik tahliller ise ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Böylece yazar romanlarında bol bol psikolojik inceleme yapma imkânı bulur. Sayfalar süren psikolojik betimlemeler Mehmet Rauf romanının adeta alamet-i farikasıdır.
Mehmet Rauf tiyatro ile de ilgilenmiştir. Halid Ziya'nın Ferdi ve Şürekâsı adlı romanını tiyatroya uyarlamıştır. Bu uyarlama çalışması dışında telif ürünler de vermiştir; fakat bu ürünlerinde başarılı olamamıştır. Tiyatro eserleri sahneye konulacak bir yapıda değildir. Daha çok roman gibi okumak için yazılmıştır. Mehmet Rauf'un tiyatro eserleri sahne tekniği bakımından oldukça zayıf ve başarısız eserlerdir.
Mehmet Rauf'un Eylül adlı romanı Gustave Flaubert'in Madame Bovary'sinin Osmanlı Türkiye'sine özgü orijinal bir kopyasıdır. Bu yargımız yanlış anlaşılmasın, Eylül romanı tamamen orijinal bir romandır; fakat yazarın Flaubert ve Madame Bovary etkisinde kalarak bu romanı kaleme aldığı da bariz bir gerçektir. Eylül romanı Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilmiştir. Roman bir dergide tefrika edildiği için romanın sonu Madame Bovary gibi cinsel birleşme ve yıkım ile değil bize özgü aşk acısı ve melodramatik bir ölüm ile bitirilmiştir. Romanın böyle bitmesinin sebebi olarak romanın tefrikası sırasında Servet-i Fünûn dergisine sağanak gibi yağan mektupları gösterebiliriz. Eylül romanı dergide tefrika edildiği dönemde neredeyse bir memleket meselesi haline gelmiş Suad ve Necip'in aşklarının nasıl sonuçlanacağı İstanbul'da kitlesel olarak tartışılmıştır. Romanın sonunun bir anda gelişen bir yangın sahnesi ile getirilmiş olmasını yazarın bu toplumsal baskıdan dolayı otosansüre başvurmasına bağlayabiliriz. Aşk-ı Memnû yüzünden Halid Ziya'ya yönelen baskı ve tehditleri göz önünde bulunduracak olursak Mehmet Rauf'un böyle bir melodramatik sonla romanını şıpınişi bitirivermesinin nedenini daha iyi anlayabiliriz.
TANZİMAT ROMANINDAN SERVET-İ FÜNÛN ROMANINA...
Servet-i Fünûn döneminde roman teknik bakımdan önemli bir gelişme gösterir. Hikâye ve roman, anlatım teknikleri bakımından Tanzimat romancılarına göre batılı edebi hikâye ve roman teorisine daha vakıf olan Servet-i Fünûn romancıları tarafından geliştirilmiştir. Servet-i Fünûn romanının tekniği sağlamdır; roman kurgusu neredeyse mükemmele yakın, diyaloglar daha yetkindir. Romana konu olan olaylar silsilesi sarkmalara mahal vermeyecek düzeyde sadeleşmiş bunun yanı sıra da Tanzimat romanının tam tersine yazar metnin içinde kendini gizlemeyi başarabilmiştir. Tanzimat romanında yazar romanı aniden kesip ilgili konu hakkında ansiklopedik bilgiler aktaran gereksiz ve abartılı didaktik tiradlar atarken Servet-i Fünûn romanında buna rastlanmaz. "Batılı anlamda ilk Türk romanı" (Halid Ziya Uşaklıgıl, Aşk-ı Memnû) bu dönemde yazılmıştır. Kısa hikâyenin de ilk örnekleri bu dönemde verilmiştir.
Servet-i Fünûn romanı psikolojik derinliği olan romanların yazıldığı bir dönemdir. İnsan ruhunun derinliklerine doğru inen yazarlar romanlarında kahramanların psikolojisini derinlemesine inceleme imkânına erişmiştir. Romanlarda kahramanların ruh durumlarının tahlilleri derinlemesine yapılır, bu ruhsal durumların yarattığı sosyal yaşamın betimlemesi ise ayrıntılı olarak ortaya serilir. Servet-i Fünûn romanı Tanzimat romanına göre karakter yaratma konusunda daha başarılıdır. Tanzimat romanında tipolojik özellikler gösteren roman ve hikâye kahramanları Servet-i Fünûn romanlarında ete kemiğe bürünür, sofistike kişiliklere sahip karakterler bu dönem romanında sık gözlenir. Bazı hikâye ve romanlarda orta sınıf ve yoksul insanların yaşamı işlenmesine rağmen Servet-i Fünûn hikâye ve romanında ağırlıklı olarak İstanbul ve çevresinde yaşayan, dönemin ekonomik ve toplumsal koşullarını göz önünde bulundurarak söylemek gerekirse, Osmanlı aristokrasisi ve yeni gelişen ticaret burjuvazisine mensup kişilerin yaşamı anlatılır. Psikolojik romanın ilk örneği de bu dönemde ortaya çıkar. (Mehmet Rauf, Eylül)
Tanzimat dönen romanlarında geleneksel Türk yaşantısının kalıpları içinde tanımlanan kadın Servet-i Fünûn romanında bu edilgen konumundan sıyrılarak aile ve toplum yaşantısında etkin olarak yer alan bir toplumsal özne haline gelmeye başlar. Öncülünü yüzeysel olarak İntibah'ta gördüğümüz Tanzimat'ın "femme fatale"i Mehpeyker, Servet-i Fünûn döneminde gelişip derinleşerek Aşk-ı Memnû'nun Bihter'ine dönüşür. Batılılaşmanın toplumsal hayatta yarattığı dönüşümler romana da yansır. Servet-i Fünûn romanında kadın toplumsal gerçekliğin romana bir yansıması olarak daha etkin bir konuma yükselir.
Servet-i Fünûn romanında toplumsal ve siyasi olaylara yer verilmemiştir. Ayrıca Tanzimat romanında gözlenen, yazarların politik mevzilenmelerini yansıtan romantik devrimci tutumlar ve milliyetçi politik refleksler Servet-i Fünûn romanında gözlenmemektedir. Romanda politik bir tutum sahibi olmamanın da bir politik tutum olduğunu düşünecek olursak Servet-i Fünûn romancılarının bu davranışlarının sebeplerini dönemin toplumsal ve siyasi koşullarında aramalıyız. Edebi alan üzerindeki politik baskılar Tanzimat'ın ikinci dönem sanatçılarından başlayarak ortaya çıkar. Bu bağlamda tarihsel süreci inceleyecek olursak şu acı gerçek ile karşı karşıya kalırız: Tanzimat'ı yaratan Jön Türkler kuşağının tamamı adlî ve siyasi soruşturmalar ile tasfiye edilmiş, öldürülmüş (Mithat Paşa), sürgün edilmiş (Namık Kemal) veya yıldırılmıştır. Burada Sergüzeşt'i yazdıktan sonra Sâmipaşazâde Sezâi'nin başına gelenleri hatırlamakta fayda vardır. Sezâi, Sergüzeşt'i yazdıktan sonra hafiyeler tarafından izlemeye alınmış, bu baskıya dayanmayan Sezâi yurt dışına kaçmak zorunda bırakılmıştır.
Servet-i Fünûn romancıları bu ve buna benzer politik baskı örnekleri yüzünden "eşyanın tabiatına" uyarak insanın en temel güdüsü olan hayatta kalma güdüsü gereği daha pasif bir politik tutum geliştirmek zorunda kalmışlardır. Buna rağmen Servet-i Fünûn romancılarını dönemin baskıcı politik ortamına karşı devrimci bir politik tutum geliştiremedikleri için eleştirel bir biçimde yargılamak, onların bu pasif tutumuna karşı ağır ithamlarda bulunmak bilimsel bir yaklaşım olmayacaktır. Göreceli olarak daha özgür bir ortamda yazabilen bugünün yazarlarının "burun" sözcüğünü dahi kullanmaktan korkarak yazı yazmak zorunda bırakılan bir dönemin yazarlarını pasif politik tutumlarından dolayı yargılama lüksü olamaz.
Dönemin politik baskıları yüzünden edebiyata daha fazla eğilme imkânı bulan, entellektüel birikim ve düşünsel enerjilerini politikadan çok edebiyata yönlendiren Servet-i Fünûn sanatçıları edebi anlamda Tanzimat Dönemi yazarlarından daha yetkin ürünler ortaya koyabilmelerine rağmen eserlerindeki toplumsal eleştiri damarı uysallaştırılmıştır. Servet-i Fünûn romanında Tanzimat romanına göre daha bireysel temalar işlenmiştir. Bunda sanatsal endişelere dayanan yazarların bireysel tercihlerinden çok dönemin politik iktidarının edebiyat, sanat, basın üzerindeki ağır baskıcı uygulamaları etkili olmuştur. Bir başka açıdan bakacak olursak Halid Ziya gibi bir romancının yetişmesini sağlayan işte bu baskıcı politik ortamdır. "Batılı anlamda ilk roman"ımızı yazan Halid Ziya'yı yaratan bu toplumsal gerçekliktir. Bir anlamda dönemin yazarları politik olanla aşırı derecede meşgul olarak yaratıcı enerjilerini o alanda harcamak yerine bu yaratıcı enerjiyi edebi alanda harcamışlardır, bunun sonucu olarak da politik alanın içinde aktif bir devrimci siyasi mücadele veren Tanzimat yazarlarına göre daha yetkin edebi yapıtlar üretebilmişlerdir.
Servet-i Fünûn romanının dili ve anlatımı Tanzimat romanına göre daha ağırdır. Servet-i Fünûn romancıları çetrefilli Arapça - Farsça tamlama ve terkipler kullanmışlardır. Hatta hatta yaşanılan dönemde günlük hayatta kullanılmayan sadece lügatlerde yaşayan kelimeleri bile kullanmışlardır. Bu bağlamda düşünecek olursak Servet-i Fünûn romanının dili günlük hayatta kullanılan dilden kopuktur. Ağır ve süslüdür. Servet-i Fünûn edebiyatının "salon edebiyatı" olarak adlandırılmasının bir sebebi de budur. Roman tekniğindeki yetkinliği dil ve anlatım ile de desteklemek için dile ayrı bir önem vermişlerdir. Özellikle Halid Ziya dil kullanımına ayrı bir özen göstermiş, döneminde üslupçu bir yazar olarak öne çıkmıştır. Fakat aynı yargıyı Mehmet Rauf için söylemek güçtür. Mehmet Rauf dile gereken özeni göstermez, belirgin bir üsluba da sahip değildir.
Buna rağmen Servet-i Fünûn romanı Tanzimat romanının tarihsel olarak ardılıdır. Tanzimat kuşağının ikinci dönemini teşkil eden romancılar -Recâizâde Mahmut Ekrem, Sâmipaşazâde Sezâi- Servet-i Fünûn romancılarını hazırlayan ortamı yaratmışlardır. Tevfik Fikret'i Servet-i Fünûn dergisinin başına getirip edebiyata ilgi duyan gençleri bu dergi etrafında toplayarak bir anlamda Servet-i Fünûn Edebiyatı'nın vaftiz babalığını yapan kişi Recâizâde Mahmut Ekrem'dir. Servet-i Fünûn romanı onların açtığı gedikten edebi olana ait alanın içine sızmış, Servet-i Fünûn dönemi romancıları Tanzimat Dönemi romancılarının hatalarından ders alarak roman teorisi alanında yükselmiş ve dönemin nesnel koşullarının izin verdiği ölçüde roman sanatında görece bir yetkinliğe ulaşmıştır.
Mehmet Rauf, Eylül romanında dönemin adeta romantik ve psikolojik bir röntgenini çekiyor. Osmanlı'nın son döneminde yavaş yavaş filizlenen bir burjuvazinin hayatından orijinal bir kesiti, insan ruhunun en gizli kapılarını açarak, insan ruhunun duygusal ve psikolojik derinliklerine hoyratça dalarak anlatıyor. Bu romanda aşk var, tutku var, kavuşma imkânı hiç olmayan bir aşkın insan ruhu ve bedenine çektirdiği inanılmaz acılar var!!! Her şeyden önce, bu yüzyılın ruhsuz ve insansız aşk romanlarında asla göremeyeceğiniz, insan bedeninin dar şehevî sınırlarına hapsolmamış gerçek bir aşk var. Bu romanda aşık olan, kavuşamayan, acı çeken, küçük hesaplarla hayatını boşa harcayan kanlı canlı insanlar var. Bu romanda "insan" var.
19 Aralık 2016 Pazartesi
29 Ekim 2016 Cumartesi
ONUR SAKARYA'NIN KAMYON'UNA YÖNELİK DERİN KAZI (KAMYON'UN POETİK ARAÇ MUAYENE KAYDI)
A. BU
"KAMYON" NEREYE GİDER?
"Velhasıl bir gol bulmamız lazım küçük hayati / Hayat daralıyor"
Kamyon "küçük insanların hayatına dair şiirler içeriyor" derken bu dizelerde anlatılmaya çalışılan gerçeği vurgulamak istemiştik. Kısacık hayatında tek bir gol atamamış ve bu yüzden de "kaybeden" olarak yaftalanmışların şiirleri bunlar. Şiirlerin hemen hemen tamamında sistemin "küçük insan" olarak tanımladığı oysa bir insan olarak çok büyük hayatlar yaşayan insanların hikâyesi anlatılıyor. Bir anlamda "de te fabula narratur" şiirleri bunlar. Günümüz şiiri halka ve halkın gerçeklerine çok uzak diyen eleştirmenlere sesleniyoruz: Bu da mı gol değil? Yahut: Sizin halk olarak tanımladığınız kitle ne menem bir şeydir ki bu şiirler sizin tanımladığınız bu halk kesimlerinin hayatını içermez?
2. Asfalt Şövalyesi
"Gökyüzü bir telaşı kalbinde taşıyabilir mi"
Taşımaz olur mu hiç? Yaralı ve düzensiz kanamalı bir toprağın gökyüzü sadece "bir telaşı" değil bütün bir halkın telaşını taşıyor da kimselere sezdirmiyor.
6. Dikkat!
Arabada Yalnız Var!
Onur Sakarya'nın şiirleri Türkiye'de yeni yeni gelişen yeniçağın sınıfı "prekarya"ya çok şey söylüyor aslında. Onur Sakarya, tapınılan bir put olarak kabul edilen "şirket" olgusunun bir birey olarak insanın yeni duygusal problemlerine çare olamayacağının hayatî örneklerini sunuyor Kamyon'da. Bu Kamyon nereye gidiyor belki belli değildir; ama bu kamyonun prekaryanın bilincine son süratle çarpmak üzere olduğu inkâr olunamaz.
Öncelikle kitabın kapak tasarımı ile başlamak
istiyorum. Kitabın kapak tasarımı oldukça başarılı. Son yıllarda özellikle şiir
kitaplarında kişilik sahibi kitap tasarımlarını çok sık görmeye başladık. Bu
kişilik sahibi kitap kapak tasarımları simgesel anlamda şiire nasıl bir değer
verildiğini gösteriyor. Şiir kitapları basan yayınevleri tek tip kitap
kapakları hazırlamaktan artık vazgeçmeli. Her kitabın içeriğine uygun
"karakterli" bir kapağa ihtiyacı vardır. Kitap sadece içindeki
yazılardan müteşekkil bir metin olmaktan öte kâğıdından tutun da dizgisine
kadar, kapak tasarımına kadar bir sanatsal bütündür. Şiir kitabını elinize
aldığınızda kitabın kapağından tutun da kâğıt kalitesine kadar her şeyin onun
şiir türünde bir kitap olduğunu hissettirecek seviyede bir görsel sanat emeği
içermesi de gerekir. Ben böyle düşünüyorum.
Onur Sakarya'nın Kamyon adlı kitabının kapağı da
"karakterli" kitap kapaklarından biri. Bunu sadece kitabın kapağında
bir kamyon olmasına dayanarak söylemiyorum. Kapaktaki kamyon herhangi bir
kamyon değil. Müslüm Gürses şarkılarının kliplerinde gördüğümüz kırmızı MAN
kamyon bu. Bütün çılgın arabeskçiler bilir ki o kamyon alelade bir kamyon
değildir. Plakası da 33 ÖDS 33!!! Oldukça manidar bir plaka! "33"
Mersin'in plaka kodu. ""ÖDS" harfleri ise şairin babası Ömer
Doğan Sakarya'nın adının baş harflerini simgeliyor.
Onur Sakarya'nın Kamyon adlı kitabı "Babaların
Kralı Ömer Doğan Sakarya'ya" ithafıyla başlıyor. Anneye ve sevgiliye ithaf
edilmiş şiir kitaplarına alışık olmamıza rağmen babaya ithaf edilmiş bir şiir
kitabını tuhaf karşılamamız nedendir? Kanımca bir şiir kitabı ancak sevgiliye
ya da anneye adanır önyargısı yüzünden böyle düşünüyoruz. Oysa bir şiir
kitabının ithafında adanmayı hak eden bir baba adı varsa buna derin bir saygı duyulması
gerektiğini düşünüyorum. Hele bir de "babaların kralı" ifadesinin
bize çağrıştırdıklarını düşünürsek -döllenme işleminden sonra tüm babaların
öldürülmesi gerektiğini düşünen klasik bir Oedipus kompleksli olarak ben bile-
o kutsal babanın önünde saygı duruşuna geçmek istiyorum. Bir erkek babası için
kolay kolay kullanmaz bu ifadeyi. Oğullarına bu ifadeyi kullandıracak kadar
olsun "babalık" yapmış babaların önünde saygı duruşunda geçilmez de
ne yapılır?
Kitabın ikinci sürprizi ise giriş epigrafında karşımıza
çıkıyor. Alışık olduğumuz şekliyle bir başka şair, yazar ya da filozoftan afili
bir alıntı ile karşılaşmak istiyoruz; oysa Onur Sakarya'nın Kamyon adlı şiir
kitabı adına layık biçimde bir tır şoföründen -Kırşehirli Cemal Ağbi'den- bir
alıntı ile başlıyor. Alıntıyı okuyunca bu milletten neden filozof çıkmadığını
daha iyi anlayabiliyorsunuz artık; çünkü felsefe bölümünde kürsü sahibi olması
gereken insanlara tır şoförlüğü yaptıran saçma sapan bir ülkeyiz biz. Ne diyor
bize Tır Şoförü Kırşehirli Cemal Ağbi'miz? "Şu iki çizgi var ya şu iki
çizgi! Ben o iki çizgiden dışarıya çıkamam artık. Gider, gelirim... Ama senin
bir şansın var. O iki çizgiden dışarı çıkmak için şansın var. Bunu
kullan!" Kamyon'daki şiirleri okuduğumuzda bu kitaptaki şiirlerin tamamının
o iki çizgi içinde yaşayan insanların bilgeliğinden hareketle ömrünü o iki
çizgi arasında heba etmeme şansı olanlara yönelik bir işaret fişeği niteliğinde
olduğunu görüyoruz. Kamyon o şansı kullanmayarak heba edilen hayatların
insanlığa öğrettiklerinden hareketle iki çizgi arasında sıkışıp kalmayan
yepyeni bir hayat inşa etmeye çağırıyor insanlığı.
Şiire bu kadar büyük bir görev ve sorumluluk yüklemek
doğru mu? Kanımca şiirine bu yükü şairi yüklemiyorsa bir sıkıntı yoktur. Kitabı
okuyunca siz de göreceksiniz ki şair şiirlerine böyle bir ulvî sorumluluk
yüklemiyor. Kamyon'daki şiirlere bu toplumsal sorumluluğu okur yükleyecek gibi
geliyor bana. Şiirde toplumsal olana dokunulmasını isterken hala 70'lı yılların
devrimci şiirlerine atıfta bulunanlar o şiirin 2016 Türkiye'sinde nesnel bir
gerçekliğinin olmadığını ne zaman fark edecekler? Gezi'nin bu anlayışa attığı
ağır tokat hâlâ onlarda bir bilinç penceresi açamamış, yazık! Onur Sakarya
şiirindeki toplumsal özü bu bağlamda yorumlamak gerekirse yeniçağın sınıfı
prekaryanın günlük hayatından pek çok iz taşıdığını ya da prekaryaya pratik
bilişsel öneriler verdiğini görüyoruz. (Buna daha sonra ayrıntılı olarak
değineceğim.) Kısaca söylemek gerekirse "Gezi'den sonra devrimci şiir
böyle yazılıyor."
Sakarya şiirlerinde nesnel gerçekliği oldukça öznel
bir bakış açısıyla yeniden yorumlayarak yansıtıyor. Yer yer dezenformasyona
varan çarpıtmalar egemen kültürel ve politik iktidarı çırılçıplak ortaya
koyuyor. Bunu yaparken de yapmacık bir politik dil kullanmak yerine sokağın
kalbinde atan bir dili tercih ediyor. "Yeryüzü gerçeğini yeraltı eliyle
yansıtan 'içimizdeki kıyı'nın dili o! Her şeye karşı kendini var etmenin,
tutunmanın, üstüne üstlük direnmenin dili!... Kimileyin başka başka
kılıklara girerek komik olduğumuz, tukaka ettiğimiz bilinen kıyımızın dili
yani!.." (1) (Ahmet Günbaş, Dikkat Kamyon Çarpabilir, Çini Kitap,
Mayıs-Haziran 2016, Sayı: 36)
B. KAMYON'DA
ŞİİR ADLARININ MALUM ESRARI
Kamyon'daki şiir adları da oldukça anlamlı. Kitabın
adının hakkını veriyor şiir adları da. Tamamı kamyon arkası düzgülerinden
oluşuyor. Şiirlerin içeriği ile pek uyumlu olmasalar da şiir adları kitabı adı
ile oldukça uyumlu. Kamyon arkası düzgülerinden şiir adı yapmak oldukça
orijinal bir fikir. Bildiğim kadarıyla Türk şiirinde örneği yok bunun.
Şair, Kamyon’un hikâyesini şöyle anlatıyor: "Yeni
evliydim. İş bulmam gerekiyordu. Kamyon tamirhanesinde Araç Kabul Görevlisi
olarak çalışmaya başladım. Çalıştığı şirketin arızalı arabalarını tamirhaneye
getirmekle görevli bir abimiz vardı. Çay, sohbet derken kaynaştık. Bir gün konu
kamyon arkası yazılarına geldi. Ben de sordum: Abi nedir bu kamyon arkası
yazılarını yasaklama olayı? Kederlendi. Dedi ki: Yarın sana bir şey
göstereceğim. Gitti. Ertesi gün yine arızalı bir TIR’la çıkageldi. Bu sefer boş
değildi. Elinde bir resim çantası vardı. Çantanın içini açtı. Envai çeşit
kamyon yazısı. Etiket halinde. Dedim: 'Hayırdır?' Dedi: 'Bunları saklıyorum.
Bir gün kendi arabam olursa döşeyeceğim her yerine.' Bir tane de bana verip
veremeyeceğini sordum. Çantaya eğildi. Fazlalardan bir tanesini bana verdi.
Şöyle yazıyordu üstünde: 'Fazla Bakma Kafa Yapar!' Fazla baktım galiba kafam
oldu. Eve geldim. Eşim Nergis’e, yazacağım dosyanın ana hatlarını anlattım.
Kamyon yazılarına şiir yazacaktım. İlk şiirim 'Fazla Bakma Kafa Yapar' oldu.
Sonra gerisi geldi. 24 şiir çıktı. Dosya bittikten uzun bir süre sonra Mu
Yayınları’nın sahibi güzel adam Hakan Güzeldere’yi aradım. Dedim: 'Abi, Kamyon
var basar mısın?' On salise falan düşündü sanırım. Basarım, dedi ve Kamyon,
Ekim 2015’te yollarda salınmaya başladı. Hikâye kısaca bu.” (http://www.kalemkahveklavye.com/2015/10/onur-sakaryadan-kamyon-yazlarna-siir.html?m=1 )
Onur Sakarya Mühür dergisinde Ömer Turan ile yaptığı
söyleşide Kamyon'daki şiir adları ile ilgili şunları söylüyor: Kamyon
tamirhanesinde çalışırken aklıma gelen bir dosya fikriydi bu. Şiir
başlıklarının hepsi birer kamyon arkası yazısı. Bu yazılar kendi jargonu içinde
şiirsel bir enerji elbette barındırıyor. Doğrusu "aforizmasal" desek
daha iyi olur. Bu yazıların diğer araç şoförlerini mizah vasıtasıyla
eğlendirmek gibi bir yanı var. Çoğuna "kiç" diyebiliriz. Argo, hayta ve
ağır denilebilir; mühim değil. Aslolan "Kamyon " sözcüğünün kişilere
verdiği tuhaf enerjiyi kitaba yansıtmaktı. Kamyoncuların o yazılar vasıtasıyla
diğer yolcularda uyandırdığı mizah duygusunu, aslında çokça kara mizah
duygusunu, şiirle verebilmekti. Buna uğraştığımı söyleyebilirim. (Mühür,
Mayıs-Haziran, 2016)
Adı Kamyon olan bir şiir kitabında şiir adlarının
kamyon arkası düzgülerinden alınmış olması malum bir esrarı simgeliyor. Malum;
çünkü bu adların alışıldık anlamıyla "şiir adı" olmadığı ortada.
Esrar; çünkü alışılmadık bir durum olduğu için Türkiye'de Kamyoncular
tarafından yaratılan bir alt kültür olarak "düzgü edebiyatı"nın
varlığından bihaber standart şiir okurunun zihninde "Acaba şiir adları
metinler arası bir okumayla mı anlaşılabilir bir hale gelecek?" sorusunu
ortaya çıkaracak düzeyde esrarengiz.
C. KAMYON'A
DERİN KAZI
1. Acil
Hostes Aranıyor
"Velhasıl bir gol bulmamız lazım küçük hayati / Hayat daralıyor"
Kamyon "küçük insanların hayatına dair şiirler içeriyor" derken bu dizelerde anlatılmaya çalışılan gerçeği vurgulamak istemiştik. Kısacık hayatında tek bir gol atamamış ve bu yüzden de "kaybeden" olarak yaftalanmışların şiirleri bunlar. Şiirlerin hemen hemen tamamında sistemin "küçük insan" olarak tanımladığı oysa bir insan olarak çok büyük hayatlar yaşayan insanların hikâyesi anlatılıyor. Bir anlamda "de te fabula narratur" şiirleri bunlar. Günümüz şiiri halka ve halkın gerçeklerine çok uzak diyen eleştirmenlere sesleniyoruz: Bu da mı gol değil? Yahut: Sizin halk olarak tanımladığınız kitle ne menem bir şeydir ki bu şiirler sizin tanımladığınız bu halk kesimlerinin hayatını içermez?
2. Asfalt Şövalyesi
"Gökyüzü bir telaşı kalbinde taşıyabilir mi"
Taşımaz olur mu hiç? Yaralı ve düzensiz kanamalı bir toprağın gökyüzü sadece "bir telaşı" değil bütün bir halkın telaşını taşıyor da kimselere sezdirmiyor.
"bir
mobilet arkası kadınının üşüyüp üşümediğini" dert
edinecek kadar naif değil insancıl bir şiir. Neden mi? Anlatmasına anlatalım
ama o mobilet arkası kadınına aşık olmayan anlayabilir mi ki bizim derdimizi?
Çocukluğunu Akdeniz veya Ege kasabalarında geçirmiş olanlar bir adım öne
çıksın, anlatalım. Sözgelimi bir İç Anadolu çocuğuna bunu anlatmak mümkündür elbette,
biz anlatırız anlatmasına; fakat onun bizim meramımızı anlaması imkânsızdır.
"Derin
bir huy kazmış olmalı tanrı / İnsanın bakımsız bahçesine"
Bunlar "Abi ben bu insanlık denen olguyu
çözdüm." diyen embesile okutulması gereken birkaç dizedir. Hatta döve döve
okutulması hekim tavsiyesidir.
"Bir
mezura verip insanın eline / Biz nedendir boşluğu ölçüyoruz"
İçimizdeki boşluğu ölçmeyi başarabildiğimiz
şaibelidir. Bence ölçmeye çalışıyoruz sadece. Biz ölçmeye çalıştıkça da büyüyor
o boşluk. Aslolan şudur: Kimse kendi içindeki boşluğu ölçemez. İnsan denen
canlının eline mezura değil ne verirsen ver o boşluk asla ama asla
ölçülemeyecek bir boşluktur.
3. Beni
İzleme, Ben De Kayboldum
"Gülümsemen
/ Sanki sonsuzu taşır gibi ağzında"
"Ey
turuncular saçan kahkahasına gömüldüğüm / Ben senin uçurumuna ekmek
banarım"
Kitapta sevgiliye dair oldukça orijinal benzetmeler ve
imgeler kurulmuş. Şair, sevgiliye iltifat etme konusunda da sıradışı olmayı
başarabilen imgeler üretebilmiş. Gülümsemesi ağzında sonsuzu taşıyan kadınlar
var bu dünyada. Belki de bu dünya onların yüzü suyu hürmetine birazcık da olsa
yaşanılası bir yer olmayı başarabiliyor. Uçurumuna ekmek banılacak kadınlar
sevmeden geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Öylesini yaşamasan daha iyi belki
de.
4. Büyüyünce
Tır Olacağım
"Biz
varız be"
Emperyalist kapitalist sistemin içinde
ötekileştirilen, her anlamda bir varoluş savaşı veren bireyin sisteme ve
sistemin çarklarının başını tutanlara yönelik umutsuz çığlıklarından biri
olarak okunabilir burası. O "kalpsiz bir bir dünyanın kalbi" hiçbir
zaman olmayacak. Bu çığlık da o kalpsiz dünyanın godamanları tarafından hiçbir
zaman duyulmayacak. Hem duyulsa ne olacak ki? Kalbi olmayanın kulağına bir
çığlık ile ünlemenin ne gereği var? Bu açıdan yorumlamak gerekirse bu çığlık
"onlara" değil bize ünlenmiş bir çığlıktır.
5. Çarpma
Bana Devlet Sarsılır
Bu düzgüyü daha önce de duymuştum. Eski Ford
kamyonların arkasına yazılır genellikle. Susurluk'ta devlete çarpan kamyonun
modeliyle aynıdır da ondan. Bir kamyon devlete çarpabilir mi? Bir kamyonun bir
devlete nasıl çarptığını yaşayarak gördüğümüz için bu konuyu tartışmaya
gerek dahi duymuyorum.
"Sen bir
ilçe kaymakamının yalnızlığısın"
Burada Ece Ayhan'ın kısa süren kaymakamlık macerasına
bir atıf var. Çağdaş anarşist şairlerimizin tamamında Ece Ayhan'ın yaşamı ve
poetikasıyla apaçık bir izinin olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Onur Sakarya
şiirinde poetik olarak olmasa da politik olarak Ece Ayhan'ın bir yansıması
olduğu inkâr edilemez.
"Sevgilim
/ Hiçbir şey gölgenin gölgeme dokunmasından önemli değil"
Kamyon'da sevgiliye yönelik alışılmamış pekçok imge
olduğunu daha önce de söylemiştik. Bu da onlardan biri. Kadın bedeninin
metalaştırıldığı bir yüzyılda şiirimizde sevgilinin bedeni ile ilgili zorlama
imge arayışlarından gına gelmişti artık. Sevgilinin gölgesinin gölgesine
dokunması bile bir aşk için yeter mi? Neden yetmesin? Al işte!!! Bu yüzyılın
insanına anlatılamayacak bir olgu daha!!!
"Çağcıl bir aşk şiiri" olarak da okunabilir.
Bu çağın aşklarına uygun bir aşk şiiri "Dikkat! Arabada Yalnız Var!"
"Ben
sensiz kızıl bir ibriğim / Ağzından küflü kelimeler dökülen // Üşüme sakın /
Yarın zurnalarla döneceğim"
Hâlâ sevdiğini zurnalarla alan insanların olduğunu
bilmek ne kadar da güzel. Bu dizeler şık bir evlilik teklifi olarak da
okunabilir. Anlayana "romantik bir izdivaç teklifi"dir.
7. Dünya Dert
Şampiyonu
Değişik bir aşk şiiri daha! Onur Sakarya'nın Kamyon
adlı kitabındaki aşk şiirleri bir değişik. Standart aşk şiirlerine hiç
benzemiyorlar. Zaten bu şiirlerin güzel aşk şiirleri olmasının en büyük sebebi
de standart aşk şiirlerine benzememeleri bence. Sakarya aşkı toplumsal olanın
içinde okuyor. Ona ulvî ve mistik bir öz verip kolay olana meyletmek yerine zor
olanı seçiyor ve aşkı toplumsal olanın içine yerleştirerek özgün bir söylem
geliştirmeye çalışıyor. Son dönemlerde yazılan aşk şiirlerinde gözlenen genel
bir hava bu: Toplumsal temalarla aşkı bir arada işlemek. Çok sık işleniyor ama
buradaki gibi nitelikli örnek bir elin parmaklarını geçmiyor maalesef. Bu
şiirlerin artsüremli bir okuması yapılırsa Cemal Süreya'nın Üvercinka adlı
şiirine kadar uzanılabilir.
"Her
tanrı zerresini senin suretine yoruyorum"
Bu seviyeye ulaşmayan cinsel tutkulara bizim mahallede
bile aşk denmiyor artık.
"Of,
of, yaktın beni tsubasan"
Şiirin son bölümünde futbol terimlerinden
yararlanılarak orijinal bir imge dünyası yaratılmaya çalışılmış. Şiirin son
bölümünde bir kuşağı tamamen futboldan soğutan, hatta hatta top denen
olguya düşman eden, Japon anime çizgi film kahramanı "Tsubasa" ile
"karabasan"ın birleşiminden oluşan "tsubasan" orijinal
adlandırmasıyla karşılaşmak hoş. Hakkaten de ne basmıştı bize o Tsubasa!!! Orta
sahadan topu aldıktan sonra rakip takımın ceza sahasına gitmesi bile bir hafta
sürerdi!!!!!!
8. Efes
Zengin Oldu
"Isınan
aşk genleşir"
Isınan tüm nesneler gibi aşk da genleşir; çünkü 21.
yüzyılda aşk nesneleşmiştir. Dolayısıyla nesnenin tüm halleri aşkın da halleridir
artık.
"Yalnız
adamların yakınında her zaman bir sabun bulunur"
Bu dizenin ne anlatmaya çalıştığını açıklamaya gerek
yok kanımca. Hayatının belli bir dönemini yalnız ya da şöyle diyelim
kadınsız yaşamak zorunda bırakılmış tüm erkekler şairin bu dizede ne demek
istediğini çok iyi anlamıştır. Ergenuslar ise yazının bu kısmına geldiklerinde
derhal en yakın kitabevine gidip bu kitabı alacaktır. Anladınız siz onu.
"Hadi
gel evimize gidelim / Wooden köşe takımıza kurulup / Puzzle televizyon
ünitemize bakıp / Cips yiyelim, bira içelim"
Kapitalizmin propaganda aracı televizyon ile dumura
uğratılmış yoz bilinçlere yönelik açık bir eleştiri bu. Bu dizeler
"Mobilya modasının yarattığı yeni stiller ev içi hayatımıza tecavüz
ediyor sevgilim" diye de okunabilir. Nesneleşen aşkın "ev içi"
halinin şiire bir yansıması bu dizeler. Bu bağlamda "Isınan aşk
genleşir" dizesiyle aşkın nesneleşmesi konusunda kurduğu bağ açık ve inkâr
edilemez.
"Yazıyor,
yazıyor / Artık delirerek sevmek yasak"
Neoliberal düzen artık "makul aşklar" görmek
istiyor. Neoliberal düzen "dünya tersine dönse vazgeçmem" tarzı
aşklardan ve âşıklardan pek hazzetmiyor; o "bi güzellik yapsana, gece
bende kalsana" tarzı delirmeden yaşanan standart aşklardan hoşlanıyor.
Neoliberalizm aşkta kaypak olmayan omurilikli bir insana bile tahammül
edemiyor. Kapitalizm "makul olmayan bir aşka", "delirerek
sevmeye" asla rıza göstermiyor. Bu dizelerde şair aşkın bireysel yaşamdaki
devrimci özüne yönelik önemli bir noktaya değiniyor.
9. Efsane
Rampacı
Neymiş efendim? Türk şiirinde toplumsal eleştiri
damarı tıkanmışmış!!! Bu şiir ile Onur Sakarya o damara by pass ameliyatı
yapıyor. Mevzu derin. Bu şiiri bir okuyun hele, ondan sonra görüşelim.
"Ben
seni kalbimden dünyaya bakan bir pencere diye bildim"
Onur Sakarya'nın aşka dair orijinal benzetmelerinden
biri daha. "Laleli'den dünyaya giden bir tramvay"dan sonra aşkın
evrensel bir bilinç yaratmadaki işlevine yönelik farklı bir bakış açısı içeren
dizeler.
"Bıyıklı
taytlar da kültürümüzün bir parçası"
Dizesinin başında bir de "badem" kelimesi
olsaydı "dadından yenmezdi" bu dizeler. Ama böyle de güzel. Bıyıklı
taytların yoz ve münafık ahlakının ürettiği gerici kültürünün
bedelini ödüyoruz ülkece. Ötesi var mı?
10. Fazla
Bakma Kafa Yapar
"Hiçbir
yanılgı elle tutulamaz"
Şiir büyük sözler söylemeli mi? Yoksa meramını bir
mırıltı biçiminde mi ifade etmeli? Bu büyük sözler hakikatin apaçık bir
yansıması ise bence birincisi daha doğru. Burada da durum böyle. Elle
tutulamayan yanılgılarımız var.
"Ey
hayat! / Hesabımı getiriniz"
Bütün kaybedenlerin hayatla ilgili çözümsüz
problemlerinin olması bir tesadüf mü? Tabii ki değil. Kaybedenlerin hayatla
çözülememiş bir meselelerinin olması gayet normal. Şair burada bu meselenin
hesabını ödemek istiyor. Bu bir anlamda kaybedenin hayatla hesaplaşması.
"Üstü Kalsın" diyen şairin sesinden izler taşıdığını söylemek üstün
bir zeka pırıltısı olmayacak bu noktada.
"Ben
sana... / Ben en çok sana doğru büktüm kalbimi"
Aşk denilen olgu, birine kalbimizi hiç kimseye
olmadığı kadar bükmekten başka nedir ki? O kalp kimseye bükülmez de bir
tek ona bükülür. O kalp kimsenin önünde eğilmez de bir tek onun önünde kul köle
olur. Aşkın özgün tanımlarından biri daha.
"Diktatörler
patlasın" diye dize yazarsan bu yobazistanda başına her şey
gelebilir. Bakarsın hiç beklemediğin bir anda, "bir gece ansızın
gelebilirler." Kanımca şair anladı bunu.
"Sevdiği
kıza maalesef zamanlama hatası"
21. Yüzyılın ergenlerinin kahir ekseriyetinin muzdarip
olduğu aşkı olağan dışı bir düzleme yerleştirerek gençlerin gelişimini olumsuz
etkileyen psikolojik problemlerimizden biri de bu. Kim bu yaşlarda sevdiği kıza
zamanlama hatası olmamıştır? Ben öyle birini tanımıyorum. Tanıyan beri gelsin!
"Beni
bir vida gibi tak ömrüne / Sakla, sonra gerekebilirim"
Âşık bir gül olarak takılabilir, bir kolye olarak
takılabilir, bir çerçeve olarak bile takılabilir de bir vida gibi takılan âşık
da ne ola? Önceki şiirlerin birinde geçen "delirerek sevme" ile
bağlantılı bu dizeler. Delirerek seven kimselerin aşkı da doğal olarak
tanımlanmış ve toplum tarafından sınırları çizilmiş bir aşk olmayacaktır. Bu
aşk da âşığının ömrüne bir vida gibi takılacaktır. Takılırken bir vida gibi
döne döne ömrün içinde ilerleyerek âşığa acı verecektir. Vida bu!!! Takılırken
de takıldıktan sonra da acıtacaktır.
11. Froyd da
Sollardı
Farklı bir ayrılık şiiri, deliler gibi sevilmesine
rağmen yine de giden bir kadının ardından bir adamın düşeceği aciz durumu
göstermesi bağlamında oldukça önemli bir şiir. Tüm terk eden kadınların bu
şiiri okuması dileklerimle... Şiiri solluyoruz.
12. Gelişine
Vurdum Nazlı Yâre
Onur Sakarya "değişik" aşk şiirleri yazmayı
çok seviyor. Bu kitapta da daha önceki kitaplarında da aşk temasını işleyen
şiirleri standart aşk şiirlerine hiç benzemiyor.
"Ben
bütün bu hayatın götüne pamuk tıkarken / Sen boyuna sordun, tanrı nerede
diye?"
Ömür dediğimiz şey de zaten "bütün bu hayatın
götüne pamuk tıkamaktan ibaret belirsiz bir zaman dilimi" olmaktan başka
nedir ki? Pamuk bizim götümüze tıkanmadan hayatınkine tıkayabildiğimiz kadar
pamuk tıkamalıyız. Olay bu kadar basittir belki de! Bunca yoksulluk varken
tanrının nerede olduğunu soran sevgilisine şair birkaç dize sonra yanıt
verecek. Şimdilik geçiyoruz.
"Sadece
bak / Gözlerin gözlerime dokunsun / Ben bütün bu sefaleti tanrı yazdı diye
bildim / Bırak / Öyle kalsın"
Bu şiirde şairin yoksulluk ile bir derdinin olduğu
kesin. Şair yoksulluğu boktan bir hastalık olarak tanımlıyor. Bu sefaleti
yazanın tanrı olduğunu savunuyor. Peki, nerede tanrı? "Yarattığı
yoksulluğun tam ortasında" demekten başka çıkar yolumuz kaldı mı?
13. Güzel
İnsan Taşıma Taşıtı
"Ey
insan / Sahi sen neyin peşindesin"
Bu kitabın birkaç yerinde daha "ey" ünlemini
içeren dizeler var. Muktedirin dili nasıl da yerleşmiş üzerimize. Tv'lerde yedi
gün yirmi dört saat "ey", "ey" diye ünleyen muktedirin dili
bu. Gelelim dizelerin bizi sürüklediği anlama. İnsan neyin peşinde? Bin yıl
sonra bile sorulacak bu soru ve asla bu sorunun yanıtı bulunamayacak. İlk
Çağ'dan günümüze kadar bütün felsefeciler insanın bu dünyada neyin peşinde
olduğunu anlamaya çalışmış. Hâlâ da anlamaya çalışıyoruz. Teologlar kutsal
kitaplardan hareketle bu dünyadaki insanın neyin peşinde olduğunu kutsal
kitapların dogmaları doğrultusunda bu dünyadaki insanlara zorla idrak ettirmeye
çalışıyorlar ama nafile! Bin yıl sonra bile çıkıp "Ey insan! / Sahi, sen
neyin peşindesin?" diye soracak bir şair mutlaka bulunacaktır. Bir de
atarlı mahallelerde yaşayanlar çok iyi bilir ki mahallede herkesin üzerinde
hemfikir olduğu makbul işlerle iştigal etmeyen kimselere bu söz çok sık bir
biçimde söylenir: “Neyin peşindesin birader!” deyüben.
14. Hatalarım
Stilimdir
Bu şiir kalabalıklar içinde yaşayıp da asfalt
üzerindeki bir balgam kütlesi kadar dikkat çekmeyen birinin hikâyesini
anlatıyor. Moda tabiriyle söylemek gerekirse "tükenmişlik sendromu"
yaşayan birinin şiiri bu. Aslına bakacak olursak 80 milyonluk bu ülkede hatırı
sayılır bir çoğunluğun şiiridir de diyebiliriz. O çoğunluk bu
tükenmenin farkında olsa da olmasa da onlar bu durumu fark etsin diye
yazılmış bir şiir. Toplum kendisini fark etsin diye olmayacak işler yapan
birini anlatıyor. Birisi kalkıp ona ana avrat sövse bile "İşte sonunda
biri beni fark etti." diyerek buna sevinecek kimselerin şiiri bu. Sevgiye
su kadar muhtaç, sevgi yoksunu bir bireyin şiiri bu. Zaten şair şiirinin
sonunda da bu bireyin sevilme ihtiyacı yüzünden bütün bunları yaptığını açıkça
söylüyor.
15. Kalp
Atacak Aga
"Bir
penaltı gerginliği gibi çoğaldı bu aşk / Kalbini ve beni ayrı köşelere
gönderdin"
Yine futbol terimlerinden yararlanarak aşkın hallerini
izah etmeye çalışan dizelerle karşılaşıyoruz. Bu şiir belki de adı ve içeriği
bakımından uyumlu olan tek şiir. Şiirin adı ile şiirde işlenen tema arasında
bir bağ var. "Borsada değer kaybeden kaybedişler, ambalajlanan sevgili,
grileşen yanları mavi bir fiyonkla bağlanan sevgili" imgeler modern çağın
aşklarına yönelik ince bir eleştiri içeriyor. Kimin aşkı bu? Yeni çağın
sınıfının, prekaryanın aşkıdır bu imgelerle anlatılan.
16. Klibimde
Oynar Mısın?
Modern çağda değerlerin aşınması olgusuna değinen bir
şiir bu. "Hiçbir şeyin tadının kalmadığı" bir dünyanın poetik
bağlamda bir analizi yapılıyor.
"Ben
seni değmekten hiç bıkmam / ben senin okyanusunda battı batacak kayık / Ben
faşist teyzelerle büyümüş bir çocuk"
Bu şiirde de toplumsal-politik olan ile aşk iç içe
işlenmiş. Onur Sakarya bunu hep yapıyor. Sek ve sığ aşk şiirleri yazmak yerine
aşkı da diğer tüm olgular gibi toplumsal-politik alana yerleştirerek poetize
ediyor. Ayrıca hangimiz o faşist teyzelerle büyümedik ki?
"Lütfen
dur / Ayı kasmadan seni seviyorum / Yaşasın zebra deparı"
Yine aşka dair orijinal bir tespit var. Kamyon'un
pekçok şiirinde bunu göreceksiniz. Onur Sakarya, aşkı ve sevgiyi oldukça
orijinal metaforlar yaratarak şiirin bağlamına oturtuyor. Mertçe bir itirafta
bulunmak gerekirse şiirin son üç dizesini herhangi bir anlam bağlamına
yerleştiremedim, kısaca söylemek gerekirse "anlamadım"; ama yine de
güzel geldiler bana. "Ayı kasmadan sevmek" kısmından ben şunu anladım:
Âşıklar sevgiliye olan duygularını ifade etmek için tarih boyunca ay merkezli
metaforlar kurmuşlardır. Şair bu tekdüzeliğe prim vermediğini, ay ile ilgili
metaforlar kurmadan da sevgilisine olan muhabbetini dile getirebileceğini
vurguluyor kanımca. Ama "zebra deparı" ile bunun bağlantısı nedir?
Çözemedim. Alışılmamış bağdaştırma diyerek kolaya kaçıyorum burada.
17.
Maaşallah
Divan şiirinde en güzel beyite "şah beyit"
denir ya bu şiir de kitabın "şah şiir"i! Şiire "Maaşallah"
adının konulmasının esbab-ı mucibesi de bu kanımca. Bu şiir şairine
"Maaşallah" dedirtecek bir şiir bence. Pekçok şair bu şiirin şairi
olamadığı için üzülecek. O ölçüde güzel bir şiir yazmış Onur Sakarya. Ben şiir
kitaplarındaki arka kapak yazılarından korkarım; ama bu kitapta korktuğum gibi
olmadı. O dizeler gerçekten de kitabın en vurucu dizeleri. Şiir kâfirini bile
şiire imana getirecek cinsten dizeler. Yazmış olması hasebiyle bir insan
evladının şair sıfatıyla anılmasını sağlayacak oranda etkileyici dizeler
bunlar. Aşk olsun Onur Sakarya! Altı çizilecek dizesi olmayan bir şiir olmuş.
Maaşallah, eline sağlık, çok lezzetli olmuş!!!
18. Maziye
Bakma Mevzu Derin
"Sinir
sistemi hata veren anneler olimpiyatını ülkemiz aldı, ne güzel"
Büyük ihtimalle bir yüz yıl daha bu olimpiyatta altın
madalyayı bizim annelerimiz almaya devam edecekler. Düzensiz kanayan bir
toprağı bulunan ülkemizin annelerinin yüz yıl sonra da sinir sistemleri hata
verecektir. Coğrafya kaderdir. Kader geçilemez.
"Mazi
garip bir otoban tüneli, ışık ve karanlık, ışık tekrar karanlık"
Geçmişe yönelik olarak yapılan bu benzetme son dönemde
geçmişe yönelik okuduğum pekçok şeyi daha da anlamlı kılmama yardımcı oldu.
Mazi ya da geçmiş dediğimiz şey gerçekten de hatırladıklarımız oranında
aydınlık, unuttuklarımız oranında da karanlık bir şey. Hafıza konusunda sorunlu
bir toplum olarak bir aydınlık bir karanlık hafızamızla ne bu günü
yaşayabiliyoruz ne de geleceği inşa edebiliyoruz. Geçmişimizde unutmak
istediğimiz ya da unutmamamız gereken ne çok leke var? Belki de bu marazî
unutma hastalığımız yüzünden mazi bizim için bir ışık bir karanlık olan garip
bir otoban tünelidir.
"Senin
gözlerin bence dünyanın en büyük dünyası / Yüzüme çarpıyorum her sabah
turuncular saçan sesini / Her şey güzelleşiyor sevgilim / Ve çok şükür yalan
söylemiyor artık hiçbir cep aynası"
Yine toplumsal eleştiri yanı ağır basan bir şiirin
içinde aşka ve sevgiliye değinen dizelerle karşılaşıyoruz. Yaşadığımız dünya
çok boktan bir yer olmasına rağmen "gözleri dünyanın en büyük
dünyası" olan kadınlar sayesinde bu dünyaya katlanıyoruz bence.
Sesini yüzümüze çarptığımızda turuncular saçan kadınlarımız olduğu için
katlanıyoruz bu dünya denen cehenneme. Onların ve onların varlığında vücut
bulan aşkın sayesinde tahammül edilebilir bir dünya algısı yerleşiyor
bilincimize. Bu aşamadan sonra cep aynaları yalan söylemiyor artık. Onların
söylediği küçük yalanlara ihtiyacımız kalmıyor böylece. (Beni İzleme Ben de
Kayboldum adlı şiirde "turuncular saçan kahkahasına gömüldüğüm" kadın
burada "turuncular saçan sese" dönüşüyor. Ses ve renk arasındaki bu
istikrarlı ilişkiden hareketle Sakarya şiirlerine turuncu sesli bir kadının
gölgesi sinmiş diyebiliriz.)
19. On Kaplan
Gücündeyim
"Kameralar
açık / Kes kafasını bulut babanın / Kameralar açık / Halıya tutunan bisküvi
kırıntılarına üzül / Kameralar dibine kadar açıkken el salla / El salla
tanrının kusurlu imalatına"
Kameraların açık olmadığı hiçbir yer kalmadı. Bu
dünyada kameralardan kaçarak saklanabileceğimiz hiçbir yer yok artık.
Hayatımızın her dakikası kayıt altında. Dünya artık koskocaman bir BBG evi!
Dünya artık George Orwell'in anti ütopyası 1984 gibi bir yer. Bu noktada 21.
Yüzyıl için özgün bir tarihsel terim adı önerisinde bulunabilirim: Kamera Çağı!
Bunların hepsi sermayenin güvenliği için sevgilim. "Her şey sermaye için
sevgilim!" Evet, hepimiz izleniyoruz sevgilim! Öpüldünüz!!!
20. Radar
Mahkûmu
Bu şiirinde Onur Sakarya, Allah ile olan ilişkisini
sorguluyor. Ölüm ile olan derdini açıklıyor ve Allah'tan bazı makul taleplerde
bulunuyor. Şiirde Allah ve ölüm temasının yanı sıra aşk da unutulmuyor. Şair
her zaman yaptığı gibi farklı temalar eşliğinde aşkı harmanlıyor ve toplumsal
olanla aşkı bir arada işliyor. Şiirde pekçok somut gösterge kullanılarak bu
temalar arasında geçişimli bir anlam ilişkisi kurulmaya çalışılıyor. Böylece
aşk da diğer temalar da yerli yerine oturuyor, somutlaşarak şiir içinde nesnel
bir gerçeklik kazanıyor.
"Ellerimi
al, öp, saçlarımı sev, öp / Öpücük tufanlarının arasında büyüsün toy
kalbim"
Her erkek saçlarını anne sıcaklığında okşayarak onu
sevecek güvenli bir kucak arar. Bu bir anlamda anne karnındaki güvenli konuma
dönüş isteğinin aşka izdüşümüdür. Burada da aşkta bu saf sevgi ilişkisini
arayan bir bireyin durumu anlatılmaya çalışılıyor. Her erkek gerçek aşkı, saf
sevgiyi tadana kadar çocuktur ve toydur. Ona o gerçek aşkı ve saf sevgiyi
tattırabilecek bir kadın bulabildiğinde olgunlaşacaktır. Erkeğin kaderi işte bu
kadını bulabilmesine bağlıdır. Günümüz toplumunun bu kadar bet bir toplum olmasının
en temel sebebi, işte bu gerçek aşk ve saf sevgiye ulaşamamış, bu yüzden de
olgunlaşarak gerçek anlamda "erkek" olamamış ilkel tekeler koalisyonu
olmasıdır.
21. Sen de
Geç
Bu şiir çağın yeni sınıfı prekaryanın karmaşık
bilincini anlatıyor. Aşk, hüzün, siyaset, sanrılar iç içe geçmiş. Oldukça
karmaşık bir ruh halinin ürünü bu şiir.
"Ben bu
vatanı sevmekten başka bir de suda taş sektirdim"
"Vatan sevgisi" kavramına alerjisi olan bir
kısım şuarayı kasacak bir dize bu. Ne de olsa 21. Yüzyılın şiirinde
"vatan" ve ona duyulan sevginin pek bir yeri olamaz, değil mi? Bizim
koskoca bireysel acılarımız her zaman vatanın acılarını bastıracak düzeydedir,
değil mi? Başka bir açıdan bakacak olursak şair, vatan sevgisi ile suda taş
sektirme gibi bir eylemi aynı dizenin içinde yan yana konumlandırarak vatan
sevgisini kişisel çıkarları uğruna kullanan, aslında bireysel zevkleri kadar
vatan sevgisine değer vermeyen bir takım kişileri sarakaya alıyor. Burada
"Garip" bir şeyler var. Anlayan anladı kanımca.
"Döndüğümde
Cuma namazına gitmiş ol / Bir not bırak o berbat yazınla hacı tasının
içine / Cumaya gittim hemen seveceğim!"
Onur Sakarya her alandan şiir sentezleyebilen bir
şair. Dini motifleri de küfrü de şiirin potasında eritebiliyor. Bunu yaparken
ne şiş yansın ne kebap kişiliksizliği ile değil kendi politik ve poetik
tutumunun süzgecinden geçirerek yapıyor. Şiirin bu bölümünde geçen "cuma
namazı" kişiliksiz bir biçimde muktedirlere yaranmak için dini motifleri
şiirinde kullanan şuaranın yandaş yalaka tavrından oldukça uzak. Cuma namazı
muktedirler öylesini seviyor diye değil, şair istediği için orada yer alıyor.
Üstelik de çok orijinal ve ironik bir söyleyiş ile birlikte...
22. Sen Geç
Evlat, Baba Yorgun
Bu şiiri, sinemada klişe bir yere sahip olan ve son
yıllarda da pek çok sığ örneğini beyaz perdede gördüğümüz
"yol hikâyeleri"nin şiir versiyonu olarak tanımlayabiliriz.
Fakat kimilerine göre küçük bize göre ise büyük bir farkla!!! Bu yol hikâyesi
sizin bildiğiniz yol hikâyelerine hiç benzemiyor, bu birr!!! Gişe ya da satış
derdiyle yazılmadığı için de sığ değil, bu da ikiiii!
"Ağustos
böceği piçin tekidir"
Katılıyorum. Çalışıp değer üretmek yerine yan gelip
yattığı için. Oysa karıncanın piçin teki olduğunu düşünen binlerce insan da
bulunabilir.
"Ben
senin pencere kenarına kaktüs dikerim"
Oldukça özgün bir ilan-ı aşk örneği olarak da
okunabilir. Sakarya şiirlerinde aşka dair özgün tanımlar, akla hayale
gelmeyecek iltifat türleri sizi bekliyor. (Liseli ergen bebeler bu kitabı
mutlaka okumalı, özgün iltifatlar işlerine yarayabilir (!)) Konuya daha önce
değinmiştik. Geçelim.
"Şimdi
gözlerini kapa / Ve önünde hızla seyreden o devasa kalbi solla / Ölümle
çarpışırken şöyle bağır içdenizine doğru: / En azından yazgımı geçmeyi
denedim!"
Kaybedenlere yönelik bir mücadele pratiği önerisi
olarak okuyorum ben bu dizeleri. Kazanacak mısın, kaybedecek misin? Denemeden
bilemezsin. Şair burada okurlarına ve tüm kaybedenlere öğrenilmiş çaresizliğe
karşı direnmelerini, en azından direnmeyi denemelerini salık veriyor. Belki de
kader "geçilebilir"dir. Bunu denemeden kim bilebilir?
23. Seni
Delicesine Kamyonuma Almak İstiyorum
Şiirde cinselliğe farklı ve orijinal bir açıdan
bakılıyor. Orjinal adlandırmalar art arda geliyor. Bu şiiri okurken bilinç
dumuruna uğramamak elde değil.
"Bütün tornasız
abazanlar için son bir soru daha / Benlerinde gen olduğum dilber / Bana bi
kerecik verir misin? / Ya da / İstiyorum seni saldırasıya..."
Bu dizeler önümüzdeki bin yılda bile yazılabilme
ihtimaline sahip olamayacak "Türk şiirinde abazan imgesinin göstergebilimsel
ve hermeneutik okumaları ışığında şiir ve cinsellik ilişkisinin polilektik
analizine giriş" adlı yüksek lisans ya da doktora tezlerine de asla konu
olamayacak! Bin yıl sonra bile çok bilimsel üniversitelerimizde
"hokka-divit, mum-pervane, gül-bülbül" mazmunlarının Freud'u çileden
çıkartacak düzeyde seviyesizce psikanalitik tahlilleri yapılacak; ama bu
dizelerin hiçbir zaman böyle bir tahlili olmayacak! Kehanetimdir, not düşülsün
tarihe!!!
24. Yapmasak
da Yaptı Derler Sandalcı
"Yılmaz
bekçisiydim bir büyük rakı bayrağının"
Hangimiz değiliz? 21. Yüzyılda yılmaz bekçisi olunacak
bir bayrak mı kaldı? Gırtlağımıza kadar pisliğe bulanmış bir vaziyetteyken
ve üstüne üstlük biz de o pisliğin içinde yaşamımızı devam ettirmek için
debelenirken, birileri inanabileceğimiz tüm davaları yozlaştırmış, birileri
yılmaz bekçisi olunabilir tüm bayrakları tekeline almıştır. Bize de kala kala
bir büyük rakı bayrağının yılmaz bekçileri olmak kalmıştır.
"Hani
var ya bindokuzyüsdoksanikide bir küçük kuş kalbime düştü / Ben de topu
kaptığım gibi sağ kanattan fırtına biçtim"
Bu dizeler, Onur Sakarya şiirlerinde futbola ilişkin
terimlerin nasıl özgün bir bağlamın içinde kullanıldığına yönelik orijinal bir
örnek olarak sunulabilir.
"Ben
umudu ekmek diye bildim / Gerisi traş / Ben ekmeği kan diye bildim /
Gerisi varoş / Seni alınyazımda bir nokta diye bildim / Gerisi mi? / Nokta işte
lan! / Nokta!"
Bu dizelerdeki "umut, ekmek, kan, sen"
sözcüklerine dikkat edilmeli. Önce umut geliyor ve umut ekmeğe bağlanıyor.
Ekmeksiz yaşanabilir fakat umutsuz yaşanamaz. Ekmek ise kana bağlanıyor. Bu
çağda ekmeğin kolay kazanılmadığını simgeliyor kanımca. Şimdi geldik
"sen"e, bu sözcük sevgiliyi simgeliyor, ona gelince her şey gereksiz
görünüyor, her şey sonuna dayanmış, her şey sonuca ulaşmış oluyor. Onun için de
nokta konuluyor oraya. "Sen"den ötesi yoktur, olamaz, bilinen zaman
dilimlerinin hiçbirinde de böyle bir öte söz konusu olmayacaktır. Kitabın son
dizeleri sözün bittiğinden çok maçın ikinci yarısının daha sert ve daha esaslı
olacağına yönelik bir izlenim bırakıyor bizde.
D. KAMYON'DA
FUTBOLUN AYAK İZLERİ
Şiirlerin çoğunda futbol ile ilgili kavramlar
kullanılmış. Şair futbol terimlerinden hareketle insan hayatına dair derin
anlamlar içeren imgeler kurmayı başarmış. Hayatı futbol üzerine kurulu
insanların ülkesinde yaşadığımıza göre bu ülkenin şiirlerinde de futbol ile
ilgili terimlerin kullanıldığı imgelerin bulunmasından daha doğal ne
olabilir ki? Özelliklerde son yıllarda ergenlere hitap eden saman kağıdından
dergilerde tiraj kaygısıyla futbol ve futbolla ilgili terimlerin yaşamsal bazı
sorunları somutlaştırmak için sığ bir biçimde kullanıldığını görüyoruz.
Oysa Onur Sakarya'nın Kamyon adlı kitabındaki şiirlerde futbol ile ilgili imgeler
şiirlere farklı bir anlam derinliği kazandırıyor, bu futbol terimleri şiirde
sırıtmıyor. Aksine şiire başka bir boyut katıyor ki bu boyut da şiiri
zenginleştiriyor.
E. KAMYON
ÇAĞIN YENİ SINIFI "PREKARYA" İÇİN NE SÖYLÜYOR?
Onur Sakarya'nın şiirleri Türkiye'de yeni yeni gelişen yeniçağın sınıfı "prekarya"ya çok şey söylüyor aslında. Onur Sakarya, tapınılan bir put olarak kabul edilen "şirket" olgusunun bir birey olarak insanın yeni duygusal problemlerine çare olamayacağının hayatî örneklerini sunuyor Kamyon'da. Bu Kamyon nereye gidiyor belki belli değildir; ama bu kamyonun prekaryanın bilincine son süratle çarpmak üzere olduğu inkâr olunamaz.
Şiirlerin tamamı yeni sınıf "prekarya"ya
mensup olan, fakat bu mensubiyetinden hiç de memnun olmayan, ilk fırsatta
çalışmak zorunda olduğu şirketten istifa edip güneyde bir köye yerleşip orada
küçük bir hobi bahçesinde domates-salatalık yetiştirmeyi planlayanların
şiirleridir. Mevcut kapitalist çarkların arasına sıkışmış prekarya
mensuplarının içinde bulundukları duruma yönelik algılarını arttıracak, mevcut
durumlarının sürdürülebilir bir tahammül sınırlarının oldukça üzerinde olduğunu
kavramalarını sağlayacak şiirler bunlar. Her ne kadar şirket çalışanı bir şair
tarafından yazılmış olmasa da Kamyon'un sistemle adam akıllı arızaları olan bir
şair tarafından yazıldığını söylersek bu yargımız ortaokul ders kitaplarında
bile "nesnel yargı"ya örnek olarak verilebilir. Herhangi bir
sakıncası yoktur.
"Onur Sakarya'nın Kamyon'undaki yük; hanım
evladı, muhallebi çocuğu değil. Sistemin koyduğu trafik kurallarına meydan
okuyan; silkeleyen, yırtık dondan çıkan türden. Beyaz yakalı, makyajlı hayata
verip veriştiren duygu ürpermelerinin dillenmesi. Bu duygu ürpermelerini
kendine özgü bir dille örüyor şiirlerinde." (Nihat Ziyalan, Kamyon'dan
Korna Sesleri)
F.
KAMYON'DAKİ ANARŞİST ÖZ ÜZERİNE KISA BİR SÖYLEV
Şiir ve şair bağlamında düşünecek olursak
"anarşi" kavramının kullanılabilirliği tartışmaya açıktır. Nesnel ve
kabul edilebilir bir tanımı dahi yapılamayan bir sanat olarak şiirin otoriteye
ve mevcut her çeşit iktidara karşı anarşist bir eylem olduğunu iddia etmekten
daha saçma bir şey olabilir mi? Bu bağlamda düşünecek olursak şiirin kendisi
zaten ontolojik olarak her türlü otoriteye muhalif, anarşist bir eylemdir. Bu
eylemin anarşi içermesi hiçbir makul toplumsal ya da siyasal gerekçe öne
sürülerek rasyonalize edilemez.
Bu açıdan Kamyon'daki şiirlere bakarsak bu kitabı
"üreten" şairin mevcut toplumsal yapı ve siyasal iktidar ile
konuşarak çözülemeyecek oranda ağır sorunlarının olduğunu görürüz. Şiirleri
okuduktan sonra bu toplumsal yapı ve siyasal iktidarla sorunu olmayanlar bile
bu oluşumlarda sorunlu bir şey olduğuna yönelik bir algı kazanabilirler. Burada
asıl sormamız gereken soru şudur: Onur Sakarya şiiri mevcut siyasi iktidara
karşı gelişen toplumsal ve siyasal muhalefetin rantını mı yemektedir? Bu soruya
olumlu bir yanıt verebilmeniz için şairin kişisel yaşantısında bu duruma
yönelik somut deliller sunmamız şarttır ki bu delillere ulaşabilmiş değiliz,
ulaşabileceğiniz konusunda da şüphelerimiz var.
Onur Sakarya şiirindeki anarşist öz bir açıdan bakacak
olursak -poetik bağlamda çok farklı yerlerde olmalarına rağmen - Ece Ayhan ya
da Can Yücel şiirindeki anarşist öze benzemektedir, Onur Sakarya şiiri kendi
yapısını kurarak şiir içinde kişilikli bir anarşist duruşu inşa edebilmektedir.
Netekim Kamyon'un şiir yüküne bakarak bir yorum yapmamız gerekirse Onur Sakarya
şiirindeki anarşist öz sığ bir politik muhalefetten beslenmez. Bu anarşist
tavır sağlam ontolojik gerekçelerle beslenir. Ki Kamyon'un şiir yükünü
indirdiğinizde bu anarşist duruşun sağlam toplumsal, politik gerekçelerinin
olduğunu görebilirsiniz.
G. ONUR
SAKARYA ŞİİRİNDE KÜFRÜN KONVANSİYONEL BİR KİTLE İMHA SİLAHI OLARAK
KULLANILMASI
Özellikle son yıllarda edebi eserlerde sık sık küfür
içeren cümleler ve dizelerin etkin bir biçimde kullanıldığını görüyoruz. Roman
kahramanlarının ağız dolusu sövdüğünü, dizelerde ise yeraltı edebiyatına yüz
milyonlarca kilometre uzak okurlarımız için oldukça ağır sayılabilecek küfürlerin
kullanıldığını gözlemliyoruz. Bazılarının tabiriyle bunlar "küfür
edebiyatı"! Bu ürünlere küfür edebiyatı yaftasını yapıştıranların mutlaka
kendilerince makul gerekçeleri vardır; fakat bir noktaya kadar edebiyat
ürünlerinde küfrün kullanılmasını olumlayanların da oldukça makul gerekçeleri
vardır.
Türk şiirinde küfür yeni kullanılan bir şey de
değildir. Türk şiir geleneğinde "küfür"ün oldukça sağlam bir yeri ve
önemi olduğunu düşünüyorum. Nef'î'den başlayarak Şair Eşref'e, oradan Neyzen
Tevfik'e uzanan hatta küfürlü yergi içeren şiirlerin şiir geleneğimizde bir
yerinin olmadığını söylemek bilimsel olarak mümkün değil. Cumhuriyet
döneminde ise Can Yücel gibi bir üstad yetiştirmiş "küfür edebiyatı"
kanımca en ahlaklı, en maneviyatlı eleştirmenlerimiz tarafından bile görmezden
gelinemez.
Toplumsal ahlaktaki aşınmanın artık aşındıracak bir
ahlak bile bulamadığı bir dönemde yaşayan insanlar olarak romanda, hikâyede,
şiirde karşımıza çıkan o küfürlerin daha ağırlarını günlük hayatın içinde
duyuyoruz, işitiyoruz. Edebiyat hayatın bir aynası ise bu kadar ağzı bozuk bir
toplumsal ortamın edebiyatının da ağzının bozuk olmasından daha doğal ne
olabilir ki diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Sonuç olarak edebiyatta
küfür kullanılabilir mi? Bizce evet! Peki bunu herkes kullanabilir mi? El
cevap: Kesinlikle hayır! (Sabah akşam ağızlarından ahlak ve maneviyatı
düşürmeyen, iki sözün arasına büyük İslamcı şairlerden bir iki söz, makbul bir
iki dize iliştirmeden cümle kuramayan neoislamcı şuaranın şiirlerinde küfür
kullanmasını kesinlikle tasvip etmiyorum. Anarşist ya da ateist bir şairin
şiirinde ontolojik olarak poetikaya katkı sunan küfür onların şiirlerinde
rantsal bir politikaya meze oluyor.)
Ahmet Günbaş da Dikkat Kamyon Çarpabilir adlı
yazısında şiirde küfrün kullanımına şöyle değiniyor: "Biz biraz steril
edebiyat yapıyoruz. Sanatımız, politikamız da öyle... Ürettiğimize,
paylaştığımıza toz kondurmuyoruz. Alttan alta bir aşağılama hali var
üslubumuzda. Örneğin sokağı yazarken sokağın dilini dışladığımız oluyor.
Arabesk deyip, 'argo' deyip geçiyoruz. İçselleştirmeye meydan vermiyoruz. Sanki
sokak farklı bir şeymiş gibi sokağı yazanın ağzına acı biberi sürmeye
kalkıyoruz. Sonra da şiir bir yana, okur bir yana!.. Dahası gerçeklik bir yana
insan bir yana!.. Ikına sıkına yaz dur!.." (Ahmet Günbaş, Dikkat
Kamyon Çarpabilir, Çini Kitap, Mayıs-Haziran 2016, Sayı: 36) sözlerine
katılmamak mümkün mü? Tabii ki hayır! Ahmet Günbaş'ın da vurguladığı gibi
şiirde küfür nesnel gerçekliği yansıtmak amacıyla kullanılabilir. Fakat bu
"Piyasa böyle şiir istiyor aga!" anlayışının yapay bir mahsulü
olmamalı.
Kamyon'un hemen hemen her şiirinde küfrün etkin bir
biçimde kullanıldığını görürüz. Bu şiirlerde küfür, adeta dizelerin arasına
gizlenmiş konvansiyonel bir kitle imha silahı olarak kullanılıyor. Bu küfürler, özellikle son yıllarda gelişen
yeraltı edebiyatını etkin bir biçimde takip eden genç okuru tavlamak maksadıyla
poetik bağlamda işlevsel olmayan bir biçimde, sadece sığ, soyut ve toplumsal
temelden yoksun bir anarşist duruşu simgeleyerek ergen zekâsını kaşımak maksadıyla
kullanılmamış. Bu iyi! Şiirlerin içinde kullanılan her bir küfür, orada
olmaması halinde, o şiir için büyük bir eksiklik yaratacak mahiyette. Bu
bağlamda düşünecek olursak küfrün şiire girmesi konusunda süren tartışmalara
bir ek olması dileğiyle şunu söylemek mümkündür: Şiirin biçimsel boyutunu
bozmamak şartıyla belli bir anlamı vermek ya da onu kuvvetlendirmek, duygunun
şiddetini ve etki gücünü arttırmak için okurun atıl bilincinde ağır zayiat
verdirmeye yönelik bir şiir içi araç olarak küfrün şiirde kullanılmasında bir
sakınca görmüyorum. Onur Sakarya şiirinde de küfür şiire içkindir. Kullanılması
Onur Sakarya şiirinin darbe gücünü artırmıştır.
Şeref Bilsel de dozunda kullanılan küfrün şiirlere
özgün bir değer kattığını vurguluyor. "Birkaç yönden ilginç bir kitap. Bir
defa kamyonların, dolayısıyla kamyoncuların belleğini tutan, şiirlerin önemli
bir bölümünün adını kamyon arkası yazılarının oluşturduğu bir kitap. Eğer varsa
böyle bir adlandırma ‘kamyon argosu’nun da dozunda kullanıldığı şiirler."
( http://kitapeki.com/2015te-hak-ettigi-ilgiyi-gormemis-siir-kitaplari/ )
Kaldı ki bu kitaptaki şiirler günlük hayattaki
konuşmalarını İngiliz kraliyet soylusu kibarlığıyla sürdüren elitler için
yazılmamıştır, bu kitaptaki şiirler neoliberal kapitalizmden beslenerek
semirtilen yoz bir ahlakı savunan godamanlara bir şeyler anlatmak için
yazılmamış. "Hayâlı (ahlâklı) şiirler okumaya alışmış olanlar Onur Sakarya
şiirine (koyu yazılmış kısım bana ait )ve kankardeşlerine, ahlâkımızı
bozacak diye ahkâm kesebilir. Haklılar. Çünkü Onur Sakarya'nın şiiri ahlâk
bozucudur. Babaya dil çıkar, sonra odana kaç! Şairin duygularının tepesi
atmışsa elbette dil çıkarır babasına. Çıkarmalıdır. Çünkü şair sırf babasına
değil, her türlü otoriteye, ahlâk kurallarına dil çıkarır. Bu yüzden
Sakarya'nın fırınında pişen şiirler; dişini sıkan, hayıflanan, yumruğu muştalı
ruh ürpermeleridir. Elbette böylesi duygularla boğuşan bir şair tutunamayandır."
(Nihat Ziyalan, Kamyon'dan Korna Sesleri)
Kamyon, hayatın içinde debelenen, bir anlamda bu
debelenişi sırasında bir hayatta kalma mücadelesi veren "küçük
insanlar" için yazılmış. Kamyon, sabah arkadaşına "Günaydın!"
dedikten sonra bu iyi dileğin ardına birkaç yakası bağrı açılmadık küfür
ekleyerek yaşayan, kimilerine göre kaybeden, kimilerine göre kazandıklarını
zannederek yaşayarak aslında kaybettiklerini hiçbir zaman idrak edemeyecek olan
modern alıklara ihtihzaî gözlerle bakan kişilerin şiirleri bunlar. Bu şiirlerin
içinde birkaç küfür olmasından daha doğal ne olabilirdi ki?
I. ECE AYHAN
ŞİİRİNİN AÇTIĞI MECRADA İLERLEYEN YENİ ANARŞİST ŞİİR
Ece Ayhan Türk şiirinde yepyeni bir anarşist yol
açmıştır.
Onun açtığı yoldan ilerleyen şairler 80 sonrası şiirimizde kendi
poetikalarına uygun yepyeni özgün şiir ırmakları yarattılar. Özellikle 90'lı
yıllarda Küçük İskender şiirinin kitleselleşmesi ile birlikte daha görünür bir
hal alan bu şiir üslubu günümüz şiirinde ana şiir akımı haline gelmiştir. Altay
Öktem, Cihan Oğuz şiirlerini de bu bağlamın içinde kabul etmek yanlış
olmayacaktır. Onur Sakarya şiiri de Ece Ayhan'ın açtığı bu yatakta akışa geçmiş
bir şiirdir.
Ece Ayhan şiirlerinde toplumun ötekilerinin yaşamı ve
o yaşamdan damıtılmış imgeler ağırlıktadır. Ece şiirinde toplumsal ana akımın
dışında kalmış birey işlenir. Aynı biçimde son dönemde yazılan anarşist
ideolojik temelli şiirimizde de toplumun ücrasında kalan birey işlenir. Onur
Sakarya'nın Kamyon adlı şiir kitabındaki şiirler de toplumun ücrasında kalan
bireylerin şiirleridir. Bizce bu bireyler toplumun ta kendisidir fakat bir
"normal" insanlar çöplüğü olan topluma bu bireylerin toplumun bir
parçası olduğu anlatabilmek imkânsızdır.
Onur Sakarya şiiri dil ve anlatım bağlamında Ece Ayhan
şiirine pek benzememesine rağmen şiirlerin ideolojik hinterlandına bakarak
konuşmak gerekirse iki şiir arasında bir akrabalık bağı olduğunu iddia etmek
aşırı bir yorum olmayacaktır. Bu akrabalık dil ve anlatım bağlamında değil
şiirin ideolojik konumu bağlamında belirgindir. Zaten günümüz şiir ortamı da
Ece Ayhan'ın yaptığına benzer türlü dil cambazlıklarını kaldırabilecek bir şiir
ortamı değildir. Ece Ayhan'ın şiir dilinde yaptığı yapısökümü bu gün yapmanın imkânı
yoktur. Dil oyunları ile imgesel bir dize kurma günümüz şiirinde olumlu olarak
karşılanan bir durum da değildir.
Son dönemde yazılan anarşist şiirin dedesi Ece
Ayhan'dır. Kimi şairleri de bu alanın içinde tanımlayacak olursak Can Yücel'in
de bu şiirin gayr-ı meşru dedesi olduğu söyleyebiliriz. (Onur Sakarya şiiri
daha çok Can Yücel'in gayr-ı meşru dedeliğini yaptığı familyadan geliyor.)
90'lı yıllarda bu şiire yeni bir mecra açması bağlamında da bu anarşist şiirin
vaftiz babalığını Küçük İskender'in yaptığını söyleyebiliriz. Altay Öktem ve
Cihan Oğuz da bu şiirin gayr-ı meşru amcalarıdır diyebiliriz.
Onur Sakarya şiirinin benzerlerinden farkı nedir?
Şöyle bir somutlama yaparak meramımızı ifade etmeye çalışalım. Küçük İskender
ve Altay Öktem şehirli, bir anlamda şehrin ana akım mekânlarında nefes alan bir
anarşist şiirin yapıcı öznesiyken Onur Sakarya varoşlu, şehrin gettolarında
yaşam savaşı veren kimliksiz bireylerin şiirinin yapıcı öznesidir. Onur
Sakarya, Tunalı Hilmi, Kıbrıs Şehitleri ya da İstiklâl'in anarşist şiirini
değil Çinçin'in, Tepecik'in, Tarlabaşı'nın (Kendisine sorsak Gençosman'ın
şiiridir bu diyecektir.) anarşist şiirini yazmaktadır. Şehrin gerçek anlamda
öteki çocuklarının şiiridir bu diyebiliriz.
Onur Sakarya'nın kimselere benzemeyen bir özünün
olduğu açık ve net. Onun poetik öncülleri olduğu gibi ardılları da olacaktır.
Sakarya şiirini farklı kılan ise öncüllerine pek de benzemeyen özgün üslubudur.
Bunu Şeref Bilsel de "Onur Sakarya’da baştan beri sağlam ve kimselere
benzemeyen bir şair kumaşı vardı; bu son kitabında bu daha bir ortaya çıktı."
sözleriyle vurguluyor. ( http://kitapeki.com/2015te-hak-ettigi-ilgiyi-gormemis-siir-kitaplari/ )
Özellikle Gezi kalkışması sonrasında pıtrak gibi
çoğalan "saman kâğıdından dergiler"in cennetinde anarşist bir şiirin
vücut bulup gelişmesinin temel koşulları oluşmuştur. Bu siyasal süreçten daha
önce ortaya çıkan, bir anlamda o siyasal sürecin öznesi olan bireyleri
yetiştiren ve bu ortamda gelişen bir şiir günümüzde daha görünür bir hale
gelmiştir. Bundan sonraki asıl mesele o "saman kâğıdından sığ dergilerin
ergen tedirginliğinden muzdarip okurlarını" yüksek şiir ile
buluşturabilmektir. Asıl mesele bu okurun Ali Lidar okurluğundan küçük
iskender, Altay Öktem, Cihan Oğuz ya da Onur Sakarya okurluğuna evrilmesini
sağlayabilmektir. Adı geçen şairlerimiz bunu sağlayabilecek poetik birikime
sahiptir de okur o seviyeye erişebilecek entelektüel kavrayışa sahip midir?
Bunu elbette zaman gösterecektir.
KAMYON'A DAİR
KISA BİR HİKÂYE
Şahsi bir deneyimimi sizinle paylaşmak istiyorum
burada. Bir anı olarak da okunabilir bu: Torbalı Sanayi Sitesi'ndeki bir
atölyede motosikletimin rölanti ayarını yaptırırken elimdeki Kamyon'u gören ve
üstüne vazife olmayan işlerde konuşup görüş bildirdiği vaki olmayan Hemedo Usta
"Hoca ne kitabıdır bu, kamyonculuğa mı heves ettin?" diye sordu. Ben
kısa süreli şoku atlattıktan sonra "Şiir kitabı bu ustam, ama
değişik bir şiir kitabı." dedim. O da "E oku o zaman
heval. Bakalım ne kadar değişikmiş." dedi. Bir şiiri okudum. Şu an
hangisi olduğunu hatırlamıyorum ama içinde sunturlu bir küfür olan şiirlerden
biriydi, onu hatırlıyorum. Serde Türkçe öğretmenliği var ya! İlla ki şiiri
raconuna göre okuyacağız. Şiiri vurgu, tonlama, jest ve mimik kurallarına uygun
bir biçimde okudum. Ben şiiri bitirdikten sonra Hemedo Usta şöyle bir
durdu. Çayından uzun bir yudum aldı. Ciddi bir şey söyleyeceği zamanlar takındığı
o asabi tavrıyla "Hoca sikerim senin edebiyatının tahtasını. Okul değil la
bura. Şunu doğru düzgün, kıvırtmadan, salınmadan oku amına koyim. Siktin şiirin
belasını." dedi. Ben de onun dediği gibi "doğru düzgün" bir
biçimde şiiri okudum. Durdu. Uzaklara doğru baktı. Bardakta kalan çayı bir
yudumda içti. "Kitabın ortasından konuşmuş." dedi. Elimdeki kitabı
alıp bir iki çevirdi. "Hoca ver şunu, bi siktir git, senin motorun işi
tamam. Bir daha geldiğinde alırsın kitabı benden." deyip sırada bekleyen
motorla uğraşmaya başladı. Kitaba ne oldu diye soracaksınız şimdi. Vallahi
bilmiyorum. Ondan sonra benim motor hiç teklemedi. Bir sonraki gidişimde Hemedo
Usta'ya sorarım kitabı ne yaptığını. Size şimdilik şunu söyleyeyim. Hemedo
Usta'nın sanayide değil kitap okuduğu şöyle bir gazete sayfası çevirdiği dahi
görülmemiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)