Enver Aysever
bu romanında Müslüman bir genç erkek ile Yahudi bir genç kız arasındaki imkânsız
aşkı anlatmış. Hikâyenin özetini ayrıntılarıyla vermenin bir manası yok. Üstelik
bu durum okuru o romanı okumaktan da uzaklaştırıyor. Kimse hikâyesini bildiği
bir romanı sırf hikâye nasıl anlatılmış diye okumaz. Bu yüzden burada romanın
özetini vermeyeceğiz. Sadece eleştiri ile ilgili kısımlar ayrıntılara değinilmeden
verilecek.
Daha romanın
adından başlayarak bir çoksatar klasiği okuyacağımız konusunda emin oluyoruz:
Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı! Son zamanlarda adında ‘aşk’ geçen çoksatar
romanlardan görünmez oldu kitabevi rafları. Aşk bir sözcük olarak yer almasa da
yazar yine de içinden aşk geçen bir ad koymuş romanına. Diğer sığ çoksatarlar
gibi doğrudan ‘aşk’ sözcüğü geçmese de idrak yolları enfeksiyonundan mustarip
olmayan her okur bu romanın adına içkin ‘aşk’ sözcüğünü kavrayabilir diye
düşünüyorum.
Kitabın kapak
tasarımı gerçekten çok güzel. Editörü kutluyorum; ancak arka kapaktaki yazar
fotoğraflarına genel bir antipatim olduğunu da söylemek istiyorum. Bu ülkede
gündemi takip eden her duyarlı vatandaşın ismine de cismine de vakıf olduğu
Enver Aysever’in gülen yüzü arka kapakta ‘olmasaydı da olurdu.’ Örneğin ön
sayfada yazarın soyadındaki ‘s’ harfine eklenmiş gözlük çok zarif, Aysever’i az
çok tanıyan, onun kitaplarını takip eden okur için arka kapaktaki resimden daha
fazla şey anlatıyor bu küçücük gözlük. Arka kapakta yer alan şiir de güzel bir
fikir. Sabuklamalı çoksatar arka kapak yazılarından gına gelmişti artık. Bu haliyle
arka kapak şiiri 30’lu, 40’lı yıllardaki hece şiirimize (içeriğine binaen),
nasıl söyleyelim, Saba’nın, Tarancı’nın, Dıranas’ın şiirine ve genel olarak
Türk şiir geleneğine bir saygı duruşu gibi.
Romanda
kullanılan üçüncü kişi anlatıcı hikâyeyi samimiyetsizleştirmiş. Tanrısal bakış
açsı hikâyenin insancıl özünü almış. Okur olaylarla, kahramanların yaşam
deneyimleri ile empati kuramıyor, bu yüzden kahramanlar bizim yani okurun
yaşadığı mekanlarda yaşayan, bizim yani okur gibi gülen, seven, nefes alan; fakat
bizden ayrı yaratıklar gibi görünüyor bize.
Son dönemde
çoksatar listesine hızlı giriş yapan tüm romanlarda bariz bir sığlık var. Aynı olguyu
bu romanda da gözlemliyoruz. Ortalama okura hitap eden bir roman bu. Cümleler herhangi
bir deneme yazarının rahatlıkla kurabileceği cümleler. Türkiye’de yazılan
çoksatarların hemen hemen tamamında denemesel bir dil kullanılıyor, bu romanlar
denemeye monte edilmiş hikâyeler, yaşamsal parçacıklar biçiminde bir araya
getirilmiş manifaktür ürünler gibi. Parçalı bütünlü bir yapısı var romanın. Bir
de romanın muhtelif yerlerinde ergen zekâsına hitap eden özgün ve şiirsel
çağrışımlar içeren ‘’özlü sözler’’ var. Birileri çıkıp yazarlarımıza aforizma
yumurtlamadan da iyi roman yazılabileceğini anlatmalı artık.
Çoksatar romanlardaki
bu parçalı bütünlü yapıya başka bir açıdan bakarsak söyle diyebiliriz: Bu durum
kitabı okutmak için adeta bir zorunluluktur. Uzun iş saatleri ve metropolde işe
gidip gelmek için trafikte geçirilen süre dikkate alındığında okurun otobüste,
metroda rahatça roman okuyabilmesi için sayılarla belirlenmiş bölümler olmalı
ve bu bölümler beşer altışar sayfalık kısa bölümler halinde yazılmalı. Yirmi,
yirmi beş, otuz sayfalık kendi içinde bir bütünlüğe sahip bölümleri bu kısa
zamanda bitirmek mümkün değildir ve okur kaldığı yerden romana devam etmek
zorunda kaldığında önceki bölümleri unutmuş olur. 21. Yüzyılda metropol
insanına roman okutabilmenin belki de tek yolu bu küçük, kısa ve akıcı
bölümlerdir. Çoksatar yazarları bu toplumsal yaşam pratiğinden hareketle
romanlarında kurguya ve akıcılığa romanın diğer unsurlarından biraz daha fazla
önem veriyorlar.
Cümlelerde
sıfat ve zarf kullanımları oldukça dikkat çekici. Aşırı derecede kullanılan bu
sıfat ve zarflar okuru hikâyeden koparıyor. Evet, yazarın ‘edebiyat yapmasını’
sağlıyor kaba bir tabirle söylersek; fakat bu oranda aşırı bir sıfat, zarf
kullanımı akıcılığı zedeliyor. Okurun anlamsal bağlamı kafasına oturtmasını
engelliyor bu. Ve aşırı derecede imge kullanmış yazar. Bu oranda imgesel bir
anlatı dili kurmanın roman türü bağlamında oldukça tehlikeli olduğunu
düşünüyorum. Enver Aysever şiir mi, roman mı, şiirsel roman mı, denemeye
montalanmış parçalı bütünlü romansal bir özgün anlatı mı yazacağına karar
vermeli bence. Aynı teklifi tüm çoksatar romancılarımıza da yapıyorum tabii ki.
Zor çözülür
imgesel zincirleme isim tamlamaları kullanıyor yazar. Dilbilgisinin yazara tanıdığı
imkânları yazarın ölçülü bir biçimde kullanması romana değer katar, roman
sanatında başyapıta giden yolu açar; fakat bunların dengeli bir biçimde kullanılmaması
romanı sıkıcı bir hale getirir. Enver Aysever’in bu imkânı başyapıta uzanan
yolda kullandığını söylemek maalesef çok zor. Yazar dilbilgisinin tanıdığı imkânlardan
faydalanırken aşırıya kaçıyor ve bu imkândan kararınca faydalanamıyor. Bu durum
okurda romanın yapay bir dil ile yazıldığı yönünde bir izlenim bırakıyor.
Postmodern
anlatıların tamamına yakınında yazar da romanın bir parçasıdır, hatta romanın
bir kahramanıdır. Bu romanda da muhtelif bölümlerde romancı görünür bir hal
alıyor. Postmodern anlatı için kusur olarak kabul edilmeyen bu olgu, söz konusu
Ahmet Mithat Efendi romanları olunca neden acemilik olarak adlandırılır? Enver Aysever bazı bölümlerin sonunda ‘romancı’
kimliği ile sahneye çıkıyor. Peki, iyi mi oluyor? Meze olarak evet; fakat ana
yemek olarak kimsenin karnını doyurmuyor, estetik bir haz vermiyor.
Romanda dinler
arası bir imkânsız aşk anlatılıyor. İstanbul’da genç bir Müslüman erkeğinin
Yahudi bir kıza âşık olma ihtimali yüzde kaçtır? Son dönemde yazılan çoksatar
romanların hemen hemen tamamında etnik kimliklere değiniliyor. Farklı din, dil,
ırk, cinsiyet, (kadın, erkek, LGBTİ) ve siyasi görüşlerden bireylerin yaşamları
anlatılıyor. Sinemamızda da bir çok kültürlülük sevdası almış başını gitmiş.
Nedir bu çok kültürlülük propagandası? Çok kültürlülükle derdi olan faşizanlardan
değiliz; fakat Türkiye gitgide dünyadan soyutlanan, içine kapanık bir tek
kültürlü ülke haline getirilirken sanatçımızdaki bu sanal çok kültürlülük
sevdasının sebebi nedir? Küreselleşen dünyada sanatsal platformlarda propagandasına
kısmi bir oranda izin verilen çok kültürlülük devrimci demokratik bir yaşam
pratiği içinde biçimlenen çok kültürlülük değildir. Bu çok kültürlülük emperyalizmin
dayattığı bir çok kültürlülüktür ki bunun böylesi ezilen dünyanın ulus
devletlerinde kabuk tutmuş yaraları kaşıyıp kanatmaktan, yeni yeni yaraların açılmasını
sağlayacak nefret ortamını üretmekten başka bir işe yaramaz. Emperyalizmin çok
kültürlülüğü yapay güdüleyicilerin etkisiyle nefret ortamı yaratan bir kültürel
ideolojik aygıttır.
Türk ve
Müslüman bir genç erkek ile Yahudi bir kız arasındaki imkânsız aşkın tüm
sosyolojik ritüelleri eksiksiz bir biçimde tamamlanıyor romanda. Toplumsal yobazlığımızın
en temel davranış örüntülerini görüyoruz. Her iki aile de iki âşık gencin
durumundan rahatsızdır ve bunun yüzünden de gençlere acı çektirirler. İmkânsız aşkın
temel ritüellerinden biri olan mektupla haberleşme bir melodram klasiği olarak
romandaki yerini alır. Eda’nın ve Kahverengi Pardesülü Genç’in ağzından yazılan
mektuplar anlatının eksik kalan kısımlarını tamamlar. Roman içinde kullanılan
mektup anlatının uzamasını engelleyen bir hızlı çekim tekniği olarak kurgunun
içinde yerini alır. Mektuplar Aysever’in kullandığı sarmal kurgu ile uyum sağlamaktadır;
fakat mektupların dilinin akıcılığı ve özgünlüğü sıkıcılığı engeller. Mektuplar
romana nefes aldırmıştır. Aforizmalarla dolu bölümlerin arasında birinci
kişinin ağzından anlatılan bölümlerin varlığı romanın hayata tutunan parmak
uçları olmuş.
Uçurtma
haline gelen pardösü romanda bir arketip olarak kullanılmış. Birkaç bölümde
Kahverengi Pardösülü Adam’ın pardösüsü de uçurtma haline gelmektedir. Âşık gencin
Bal Rengi Gözlü Kız’a (Eda) yazdığı şarkının sözlerinde de uçurtma haline gelen
pardösü arketipi karşımıza çıkar.
Yazarın romanda
dinler arası bir aşkın yarattığı sorunlara değinmesini doğru buluyorum; fakat daha
önce beyaz perdeye yansımış bir dinler arası imkânsız aşkı izlemiş olmak hikâyeye
ilgimizi azaltıyor. Uzak İhtimal adlı filmde de işlenmiş bir konuydu bu ve belki
de bu bakir konu o filme ödül getirmişti. Aynı başarıyı Enver Aysever’in bu romanda
yakalayacağını söylemek mümkün müdür? Bence mümkündür; çünkü Orhan Kemal’in
dünya görüşü ve sanat anlayışı ile uzaktan yakından bir alakası olmayan
romancılara Orhan Kemal Roman Ödülü verilen ülkemde, Yunus Nadi Roman Ödülü’nü
aşmış bir Enver Aysever yeni romanı ile 2015 Orhan Kemal Roman Ödülü’nün
muhtemel favorilerinden biridir. Bütün bunlar bir yana her ikisi de modern
hayata eklemlenmiş, biri Türk diğeri Yahudi iki ailenin çocukları arasındaki masum
aşka en barbarca karşılıkları vermelerinin eleştirilmesi romanın kuvvetli
yanını teşkil ediyor. İki modern aile konu dinler arası aşk olunca birden
mağara adamlarından daha barbar bir hale gelebiliyor. Son dönemde yazılan çoksatar
romanlar dikkate alındığında toplumsal gerçekliğe yönelik bu kadarcık bir
eleştiriyi dahi nimet bellemeliyiz diye düşünüyorum. (Edebi eserleri bu
yargının dışında tutuyorum. Edebi eserler için bu yargıyı dillendirirsem Selçuk
Altun Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme romanındaki hikâye ile lafı ağzıma tıkar
kanımca!)
Olaylar Kadıköy,
Beyoğlu, Taksim, Büyükada, Göztepe çevresinde geçiyor. Bu durum oldukça önemli;
çünkü son dönem çoksatar romanlarında İstanbul’un elit çevrelerinin yaşamı oldukça
revaçta. İstanbul’un lümpen burjuvazisini anlatan bu romanlar 21. Yüzyılın Türkiyeli
kent insanına ne söylüyor? Emekçi kesimlerin önemsiz yaşamlarının
değersizliğini anlatıyor. Yok mudur emekçilerin yaşamlarında çoksatar romanlara
konu olabilecek yaşamsal unsurlar? Vardır elbet; fakat çoksatar roman
piyasasında para etmiyor.
Romanda
Beyoğlu ve onun yirmi dört saat uyanık olan çevresi romanın belirgin bir
kahramanı haline gelmiştir. Beyoğlu’nun barları, günün her saatinde hıncahınç
dolu olan sokakları romanın temel kahramanlarından biri oluyor. Romanda Beyoğlu
yaşayan bir canlı varlık gibi anlatılmış, romanın bir parçası haline gelmiştir.
Romanda genç
bir erkek, genç bir kadın ve de bir aşk var. Bu denklemin çözüm kümesinin
olmazsa olmazı sevgili uğruna girilen kavgadır. Mekân da Özal devri devrimci
soslu bir bar ise ağzın burnun dağıldığı bir bar kavgasına girmek yüksel promillerde
farz olur. Çürümüş devrimcilerin bar ve meyhane halleri Türk romanında dillere
destan olmuştur. Aysever’in de her devirde piyasası olan bu konuyu
kullanmasından daha doğal ne olabilir?
Kahverengi
Pardösülü Adam, Kahverengi Pardösülü Genç’ten evrilerek bu aşamaya gelmiştir. Kısa
süreliğine yolu devrimcilikten geçen her genç gibi seksenlerin standart ‘loser’
özelliklerini göstermektedir; fakat yaşadığı imkânsız aşk deneyimi yüzünden
kendine özgü bazı farklılıklar da göstermektedir. Barda şarkıcılık, magazin
gazeteciliği, felsefe hocalığı yapmıştır. Seksenlerde loser’lık yapmış her birey
gibi meyhane temel uğraklarından biridir. Kahverengi Pardösülü Adam ölümü
beklemektedir. İnançsız bir bireyin ölümle mücadelesi oldukça zor ve
çetrefillidir. Kahverengi Pardösülü Adam’ın inancı da inançsızlığı da yarımdır.
Bu yüzden ölüme doğru ilerleyen bedeni ve bilinci ölüm olgusunu yaşama
korkusuyla tedirgindir. Onun sorunu inançsız olması değil imansızlığının dahi
yarım yamalak, tecrübi bilgilere dayanıyor olmasıdır. Kahverengi Pardösülü Adam
bir kaybedenin (loser) ihtiyarlık halidir, kaybedence bir ölümün öznesidir.
Romanda tanrı
ve tanrısızlık meselesi üzerinde uzunca duruluyor. Kahverengi Pardösülü Adam’ın
âşık olduğu Eda’nın tanrısızlığı, yaşadıklarını kabullenememesinden
kaynaklanıyor. Eda bu kâinatı yaratan bir tanrı varsa eğer ona yaşattıkları
yüzünden ondan nefret etmektedir. Hem Müslümanların hem de Yahudilerin tanrısına
inananların hoşgörüden bu kadar uzak insanlar olması hem Eda’yı hem de
Kahverengi Pardösülü Adamı tanrıdan uzaklaştırıyor. Romanda aşk ve âşık olmak
kutsallaştırılırken tanrı ve tanrıya inananlar yerin dibine batırılıyor. Romancı
burada haksız değildir, hoşgörüye sahip olmadan bir dine bağnazca inananlar
yüzünden içinde yaşadığımız dünya (romanda genç âşıkların dünyası) tam manası
ile bir mezbahayı andırıyor.
Roman kahramanları
arasındaki cinsel yakınlaşmanın anlatıldığı bölümlerde kullanılan imgesel dil
cinsel birleşmenin insancıl özünü aktarması bakımından başarılı bir teknik. Son
dönem çoksatar romanlarında anlatılan cinsel ilişkilerle karşılaştırdığımda bu
romandaki bölümü kusma hissine kapılmadan, hatta estetik bir haz alarak
okuduğumu söylemeliyim. Romanda genel olarak kullanılan imge ağırlıklı şiirsel
dil burada sırıtmıyor, hikâyeye uyum sağlıyor.
Romanda Türk
şiirinin küçük iskender’den önceki en erotik şairi olan Cemal Süreya’nın şiirlerinden
yapılan alıntılar hikâye ile kusursuz bir uyum içinde kullanılmış. Aysever’in
romanının konusu ile bu şiirler oldukça uyumlu. Şiir romana soluk aldırıyor
adeta. Bu bağlamda romanda kullanılan imgesel dil bizim için değişik bir anlam
kazanıyor. Kahverengi Pardösülü Adam’ın cebinden eksik olmayan Sevda Sözleri ve
o kitaptan yapılan alıntılardan hareketle romanda kullanılan imgesel dil ile
Cemal Süreya şiirlerinin manidar bir ilişki kurduğunu söyleyebiliriz. Bu
noktada romanda kullanılan imgesel dili bir açıdan hoş görmeye başlayabiliriz.
''Yoksulluğun
bizi eşitlemesini sevdim.’’ Romanın şah beyti! Yoksulluğun bizi eşitlediği
günlerde değil de varsıllığın bizi onurlu insanlar gibi yaşattığı bir yüzyılda,
o varsıllığın keyfini kardeşçe çıkarabilmenin hazzıyla kendimizden geçmek
istiyoruz! 50’li yıllardan itibaren Türk toplumsal yaşamının ve ‘şehir planlamacılığının’
en güzide icadı haline gelen gecekondu olgusuna da değiniliyor romanda. Özellikle
‘yoksulluğun insanı eşitlemesi’ bağlamında düşünüldüğünde gecekondu olgusu
ilkel feodal bir komün olarak tanımlanabilir. Genç âşıkların kendilerini
nispeten daha özgür hissettikleri ve ilk cinsel deneyimlerini yaşadıkları yer
de bir gecekondu mahallesindedir. Eda’nın kendisini yanında rahat hissettiği
tek kadın olan Seher, bir gecekondu sakinidir.
Romanda bazı
bölümlere yerleştirilmiş siyasi çağrışımlar içeren bölümler bir nebze de olsa
romanı sığ bir aşk romanı olmaktan kurtarmayı başarıyor. Dönemin siyasi
gerçekliğine değinen bölümler romanı o dönemin Türkiye’sinin gerçekliğine
bağlıyor. Bu kadarı yeterli mi? Sanmıyorum. Roman en siyasi edebiyat türüdür. Hatta
roman siyasi bir sanattır, tıpkı sinema gibi. Roman sanatında anlatılan hikâyeden,
kahramanlarına kadar; kurgudan roman diline kadar her yerde siyasi-ideolojik
bir tutum vardır. Aysever’in romanında da özgürlükçü sol ideolojinin tüm genel
geçer özelliklerini görebilmekteyiz; fakat bu kadarı Gezi’yi görmüş bir ülkenin
siyasi bilince sahip bireylerine yetmiyor artık!(Emrah Serbes’in Deliduman adlı
romanında da aynı sıkıntı vardı. Fırsatım olursa Deliduman içinde bir eleştiri
yazısı yazmayı düşünüyorum. Bu kadarcık politik içerik Gezi başkaldırısını
yaşamış bir ülkenin siyasi bilince sahip insanlarına yetmiyor artık.)
Enver
Aysever’in Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı adlı romanını genel olarak
değerlendirmek gerekirse ortalama roman okuruna hitap eden bir romandır diyebiliriz.
Daha fazlasını isteyen okur için hayal kırıklığı yaratabilir. Hikâyesi bağlamında
okunası bir romandır bu. Canan Tan romanlarının sadık okurlarının sek ve buzsuz
sığ çoksatardan edebi romana geçerken yapacakları ara okumalar için uygun bir
alıştırmalık diyebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder